Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

28 Eylül 2014 Pazar

Günün belgeseli: Alman "ZDF-İnfo" kanalında yayınlanan "Hitler'in yardımcıları" isimli belgesel dizisinin üçüncü bölümü "Joseph Göbbels: Hitler'in Kundakçısı"!

Alman "ZDF-İnfo" kanalında yayınlanan "Hitler'in yardımcıları" başlıklı 12 bölümlük ve ilk defa 1996 yılında yayınlanan belgeselin üçüncü bölümünü ekliyorum.

Hazırlayıcısı, Guido Knopp isimli 1980'lerden itibaren devlet kanalı olan ZDF için çalışan bir tarihçi-gazetecidir. Öncesinde "Frankfurter Allgemeine Zeitung" ve "Welt am Sonntag" gazetelerinde (ortanın sağı olarak nitelendirebileceğimiz) çalışmıştır. Devletten aldığı destekle özellikle Nasyonal Sosyalizm tarihi üzerinde uzmanlaşmış çok üretici bir yazardır.


Kitapları ve bunlardan üretilen belgeselleri çok geniş kaynaklara dayanır ve anlatımı/sunumu akıcı ve kolay anlaşılır bir tarza sahiptir. Diğer bir deyişle, Almanya'da popüler tarih yaratıcıları arasında en ön sıralarda yer alır. Belgesellerinde ki sorun, her ne kadar bir kaç bölümden oluşsa da, neredeyse 30 yıla yakın bir dönemi anlatırken doğal olarak oluşan bilgi patlaması ve dönemsel atlamalardır. Bir nevi bilgilerin kısıtlı zaman dilimine sıkıştırılması sonucu oluşan bir bombardıman ve bunun sonucu seyirci de kopmalar yaşanır. Bundan dolayı, kitaplarını okumak daha verimlidir.

12 bölümlük bir belgeselden geniş alıntılar yapmak tabii ki mümkün olmadığından buraya "youtube"'da bulduğum İngilizce versiyonun linkini ekliyorum.




Knopp belgesellerini takip edenler, Knopp'un konuya ağırlıklı olarak sosyal, ekonomik ve politik açılardan yaklaştığını göreceklerdir. "Devlet kanalı" olan ZDF için çalıştığı gerçeğini hiç bir zaman unutmayalım. "Resmi kaynaklara" dayalı bir popüler tarihçilik yapmak zorunda kalmış, "Holocaust", savaş öncesi uluslararası politika, 2 savaş arası dönemde ki ideolojik çatışmanın Avrupa siyasetine ve Alman iç politikasına etkileri, 1. Dünya Savaşı'nın mirası gibi konulara belirli bakış açılarından yaklaşmıştır. Yine de çok verimli ve seyretmesi/okuması her zaman öğretici bir tarihçi/gazetecidir. 

Dilimize 2 kitabı tercüme edilmiştir. Daha önce tanıtmıştım. Her iki kitabın tercümesi güzeldir. Fiyatları uygundur. Baskı kalitesi ülkemiz koşullarındadır.


Diğer bölümlere bu linkden ulaşabilirsiniz:
https://savasvetarih.blogspot.de/search/label/Guido%20Knopp

25 Eylül 2014 Perşembe

Aytunç Altındal ve Bilinmeyen Hitler

Bugün, son bir kaç haftadır elimden düşüremediğim bir kitaptan bahsetmek istiyorum.
"Bilinmeyen Hitler" başlığını taşıyan kitabın yazarı, Aytunç Altındal. Alfa Yayınları tarafından ilk baskısı Aralık 2002 yılında yapılan kitabın ,elimde ki 14. baskısı, Ekim 2006 tarihinde piyasaya verilmiş.

Kitap üç bölümden oluşuyor.

1. Bölüm Büyükannenin günahı
2. Bölüm Bay Kurt
3. Bölüm Esrarengiz Baron

Her bölüm kendi içinde 4 alt bölüme ayrılmış.

Toplam 251 sayfa

Alışılagelmiş 5 sayfalık bir „Önsöz“ kısmının yanında, bir de 9. baskı için yazılmış 4 sayfalık bir „Önsöz“ / „Açıklamalar“ bölümü var.

Bunun 27 sayfası, içinde ilginç fotoğraflar ve belge fotokopileri olan, „Ekler“ kısmına ayrılmış.

Kaynaklar bölümünde 9,5 sayfalık uzun bir liste var.

Yazarın kendisi ve diğer yayınları ile ilgilenenler için, kendi resmi web sitesinin adresi:
http://aytuncaltindal.com/

Kitabı ismini gören ve 2. Dünya Savaşı ile ilgilenen herkesin ilk tepkisi doğal olarak;

„Bunca sene sonra, Hitler’in bilinmeyen bir tarafımı kaldı?“ oluyor.

Bu doğal tepkiyi bende gösterdim.

İşin ilginç yanı, yazar, daha kitabın ilk sayfasında ve ilk cümlesinde bu tepkiye değinmiş.

Biraz değiştirilmiş olarak:

„İstatistiklere göre, İsa Peygamberden sonra, hakkında en çok kitap yazılan kişi, Adolf Hitler!“

Konuyu biraz ilginç hale getirmek için bir soru:
Hitler hakkında, bugüne kadar yaklaşık olarak kaç kitap yazıldı?
a-1000
b-5000
c-10000
d-25000
e-50000

Ama, konuyla ilgilennelerin bile gözünden kaçırdığı nokta, 2. Dünya Savaşının bittiği 1945 yılından itibaren, bir çok önemli belgenin en azından 50 yıldır „ÇOK GİZLİ“ damgası altında, bazı „müttefik devletlerin“ arşivlerinde saklanmış olması ve 1995 yılından itibaren, yavaş yavaş, incelenmeye açılmış olduğudur.

Bu demek ki, 2. Dünya Savaşı hakkında tüm bilgilere, ancak son 14 senedir sahibiz.

Bu belgelerin incelenip, hakkında bazı kitapların yazılıp, basılıp, okuyuculara ulaşma aşamalarını da hesaplarsak, kabaca son 10 senedir!

Tabii ki bu, 10 sene öncesine kadar okuduğumuz tüm kitaplarda yer alan bilgilerin büyük bir kısmının yanlış olduğu anlamına gelmez.

Ancak, yeni ve önemli bilgiler, domino taşı etkisi yapabilecek bir takım niteliklere sahip olabilirler.

İşte, „Bilinmeyen Hitler“ isimli kitabı, bu gerçeği göz önüne alarak okursak, çok ilginç sorularla ve cevaplarla, bazen de, yeni sorularla karşılaşıyoruz.

Tüm kitabı, tek bir makalede özetlemek mümkün değil!

Ayrıca, kitabı okudukca, bazı iddia ve açıklamaları daha iyi anlayabilmek için, başka kitaplara el atıyorsunuz!

Not: Hitler hakkında yayınlanan kitap sayısı 50.000 adetten fazla!

22 Eylül 2014 Pazartesi

Ordular ve değişim!

Devleti oluşturan tüm kurumlar, tabiatları icabı, “tutucu”, daha doğru bir deyişle, “muhafazakâr”, yani, “içinde bulundukları konumu muhafaza edici” bir yaklaşıma sahiptirler.


Sivil ve askeri bürokrasi, neredeyse yok denecek kadar az bir düzeyde eleştiri kabul ederler. Varoluş nedenleri, yönetmek üzerine kurulmuş bir mekanizmasının işlemesini sağlamaktır. Halbuki,  “yeni” bir fikir işleyen sistemi bozabilir. Bundan dolayı, sosyo- politik ve ekonomik zorlamalar olmadan, hiçbir düzeyde değişiklik yapılmaz. Zaten, hiç kimse de, herhangi bir değişiklikten dolayı, doğabilecek zarar veya hataları üstlenme riskine girmez.

Bunun en güzel örneğini, Napolyon Savaşları’ndan (1802-1815) 1. Dünya Savaşı’na kadar geçen süre de, orduların organizasyonel yapıları bağlamında görürüz. Bilhassa, Amerikan iç Savaşı (1861-1865), Kırım savaşı (1853-1856) ve Japon-Rus Savaşı (1904-1905) ordular açısından üç hayati değişikliği gözler önüne sermiştir.

-Silah teknolojisinde ilerleme sonucu, silahların artan tahrip gücünü,

-Savaşın artık, sadece muharebe alanları ile sınırlı kalmadığını, katılan ülkelerin sivillerini de içine aldığını,

-Artan ve hızlanan sanayi üretimi sayesinde, kitle ordularının silah ve malzeme ihtiyacını karşılama sorununun ortadan kalktığını. Bu bağlamda, daha çok asker, daha fazla silah, cephane ve malzeme ile daha uzun, büyük ve kanlı muharebelere katılabiliyorlardı.

Doğal olarak, gerek orduların organizasyonel yapılarında gerekse askere alma ve eğitim konuların da bu üç değişiklik paralelinde önemli değişiklikler yapılması gerekirdi. Alman ordusu içinde, Goltz, bu konuda ki önemli öncülerden birisi olmuştur. Ancak, sosyo-politik korkular ve yapılması önerilen en küçük değişikliğin bile, ordunun devasa yapısı içinde uzun süreli ve masraflı bir sürece yol açması gibi sınıfsal ve finansal nedenlerden dolayı, önerilerin büyük bir kısmı ya göz ardı edildi ya da sürünceme de bırakıldı.

Madalyonun diğer yüzünde ise, orduların birbirine benzeme yarışı vardır. Aslında, rekabet içinde olan devletlerin birbirlerinden bir takım fikir ve organizasyonel yapıları çalarak, taklit ettikleri uluslararası politikanın bir gerçeğidir. Devleti oluşturan en güçlü kurumlardan birisi olan ordu için ise, bu hayati bir gerekliliktir. Her ordu, bir önceki savaşı kazanmış olan ülkenin ordusunu önce taklit eder, sonra kendi yapı ve gereksinimlerine göre uyarlar, en sonunda elinde ki olanaklar ölçüsünde değişir.

Söz konusu olan, bir ordunun, dolayısıyla, devletin ve milletin (her ikisi daima bir değildir!) var olma mücadelesi olduğundan, organizasyonel yapıda ve kullanılan silahlarda yapılması gereken yenilikler, bazen orduların “tutucu” yapısından beklenmeyecek bir hızda gerçekleşebilir.

19 Eylül 2014 Cuma

2. Dünya Savaşı’nda, Batı Avrupa ve Balkanlar’da, düzensiz birliklerin (gerilla) faaliyetleri!

Gerilla savaşı, 2. Dünya Savaşı’nı konu alan eserler arasında, ender olarak incelenmiştir. Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilen her ülkede, belirli bir tarihten itibaren, farklı düzeylerde ve şekillerde bir direniş hareketi başlamıştı.

Norveç, Belçika, Hollanda, Çek Cumhuriyeti gibi az nüfuslu ülkelerde, doğal olarak “düşük yoğunluklu” bir direniş oluşurken, Yugoslavya ve S.S.C.B. örneklerinde geniş bir coğrafyada, uzun süreli ve şiddetli bir gerilla hareketi ortaya çıkmıştır.

Fransa ve Yunanistan, içinde bulundukları farklı sosyo-politik ortam nedeniyle, geç başlayan ve kendi içinde bile bölünen bir direniş oluşumuna sahip olmuşlardır. Savaşın başlangıcında, Naziler, Yugoslavya haricinde, yukarıda sayılan ülkelerde çok sert bir işgal yönetimi uygulamadılar. Ancak, savaşın yavaş yavaş kendi aleyhlerine dönmesiyle, sertleşen işgal yönetimine tepki olarak, yerel halk, direnişi desteklemeye başlamıştır.

Savaş başlamadan önce, İngiliz, Sovyet ve Amerikan ordularında, cephe gerisinde ki düzensiz birlikleri destekleme konusu neredeyse hiç ele alınmamıştı. Avrupa ana kıtasında, Yugoslavya ve Yunanistan’ın Almanlar tarafından işgali ile Müttefiklerin konvansiyonel düzeyde bir kara harekâtına girişmeleri ihtimali ortadan kalktı. Bu koşullarda yapılacak olan birkaç seçenek kalmıştı.

-Komando harekâtları

-Stratejik bombardıman

-Gerillalara lojistik ve askeri destek

22 Temmuz 1940’dan itibaren İngilizlerin kurduğu SOE (Special Operations Executive; BN: Özel Harekât Birimi) ve 13 Haziran 1942’den itibaren de, Amerikalıların kurduğu OSS (Office of Strategic Services; BN: Stratejik Hizmetler Bürosu) Norveç’ten, Yunanistan’a kadar uzanan bir coğrafyada, gerilla hareketlerini destekleyici faaliyetlerde bulundular.

Genelde tek bir bombardıman veya kargo uçağı tarafından Alman işgali altında ki bölgelere, geceleri paraşütle malzeme, silah ve cephane atılıyordu. Bu metotla, ancak, sınırlı sayıda lojistik destek sağlanabildiği için, Batı cephesinde, Normandiya çıkartmasına kadar Alman birliklerine büyük oranda bir zarar verilemedi. Ayrıca, Almanlar, gerilla saldırısının gerçekleştiği bölge halkına karşı acımasızca misillemelere giriştiklerinden, gerek bölge halkı gerekse direnişçiler, çoğu zaman bir ikilemle karşı karşıya kalıyorlardı.

Asimetrik savaşın en önemli örneklerinden birisi olan, “gerilla savaşı”, sadece coğrafi veya askeri avantaj ve dezavantajların yanında, sosyal ve politik unsurların da etkisi altındaydı. Yugoslavya ve Fransa’da, Nazi ideolojisine sempati duyan ve/veya komünist felsefeden ve savunucularından nefret eden çok kişi, işgalci Almanlarla işbirliği yapıyordu. Bilhassa, Yugoslavya’da Çetniklerle, komünist partizanlar arasında ki çatışmalar, işgalci Almanlarla Yugoslav partizanlar arasında ki mücadele kadar önemliydi. (Hatta daha uzun bir geçmişe dayanıyordu. Bu konu, başka bir yazıda ele alınacak kadar önemli!)

Ama ne olursa olsun, direnişçi grupların faaliyetleri hiçbir zaman organize askeri birliklerin gerçekleştirdikleri harekâtlarla karşılaştırılamaz. Unutmamak lazım ki, düşmanın işgalinde ki bir coğrafyada gerek sayı gerekse donanım açısından hiçbir zaman tam teşekküllü bir askeri birlikle çatışmaya girebilecek düzeye erişemezlerdi.

16 Eylül 2014 Salı

Aytunç Altındal / soru ve cevap...

Merhaba!

Aytunç Altındal’ın kitabına kaldığımız yerden devam edelim.


Kitabın birinci bölümü, tamamiyle Hitler’in ailevi geçmişine ve kökenleri hakkında ki çarpıtılmış gerçeklerin açıklanmasına ayrılmış. (yazarın iddiasına göre..)

Ben, bu bölümü, bir müddet okumaya çalıştıktan sonra atladım; çünkü, hem şu an benim açımdan öncelik taşımıyor; hem de, bence kitabın en karmaşık, dolayısıyla en zor okunan bölümü!

Ama, zaten, yazarın kendisi de, „Önsöz“’ün 10. sayfasında „Kitabın bu ilk bölümünde o kadar karışık olaylar var ki, okur bu ilk otuz sayfada pes etmezse kitabın sonunu rahatlıkla getirebilir kanısındayım!“ diye yazmış.

Ikinci bölümün ilk üç alt bölümünde, okültizmin Nazi Almanyasında oynadığı önemli rol anlatıldıktan sonra, dördüncü alt bölümde Hitler’in nasıl olupta, Almanya ve Alman toplumun da yükseldiğine dair çok ilginç bilgiler verilmiş.

Hitler, Avusturya’lı bir gümrük memurunun oğlu olarak Dünya’ya geldi.

Yani bir Avusturya vatandaşı!

Ayrıca, 5 Şubat 1914 tarihinde, Salzburg’da yapılan askerlik muayenesinde, sağlık durumu nedeniyle, askerliğe uygun olmadığına dair rapor alıyor. (Bakınız: Josef Greiner „Hitler mitosunun sonu!“)

Pekala, nasıl oluyor da, 1. Dünya Savaşında Alman ordusunda görev yapıyor?

1.Dünya Savaşının sonunda, askeri istihbarat birimleri tarafından 'casus' olarak görevlendiriliyor?

Nasıl oluyor da, siyasi faaliyetlerde bulunuyor?

Tüm, bunlar, gerçekten elimizde, o tarihin Almanya anayasası gibi daha ayrıntılı bilgilere sahip olmayan, biz okuyucular için çok ilginç gelen sorular.

Kafamda ki, bu sorularla, kitapçılarda dolaşırken, ünlü Alman tarihcisi Sebastian Haffner’in
"Hitler üzerine Notlar - bir despotun patolojik dünyası“ isimli kitabına rastladım.

1978 yılında Kindler Verlag GmbH tarafından, Münih’de basılan bu kitap, 2001 yılında, Nihat Tezeren tarafından tercüme edilip, Gendas A.Ş. tarafından, ülkemizde piyasaya sürülmüş.

Almanca forumlarda, kitap hakkında oldukca iyi yorumlarda bulunulmuş ve kitabın kolay okunulur ve anlaşılır (ikisi, her zaman birbirine paralel gitmiyor!) olduğu yazıyor.

212 sayfalik kitabında, Haffner, Hitler’in tüm hayatını, çok başarılı bir biçimde, adeta sürükleyici bir macera romanı gibi ve bence, yerinde analizlerle okuyucuya sunmuş.

Kitaba burada, ani bir geciş yapmamın nedeni ise, Sayın Aytunç Altındal’ın kitabında ileri sürülen bazı tezlere cevap niteliği taşıyan bilgiler içermesi.

Görüşmek üzere!

13 Eylül 2014 Cumartesi

2. Dünya Savaşı öncesinde,Sovyetler Birliği ile başlayan "soğuma süreci"'nin devamı..

Dün başladığımız, 2. Dünya Savaşı öncesinde, Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerimize bugün

"2. Dünya Savaşının bilinmeyen yanları Bir Milletvekilinin Anıları / 1943 – 1952" isimli kitapla devam ediyoruz.

Yazarı Dr. Necmi Osten olan 179 sayfalık kitap, 10 YTL tutarında, ve 1992 basımı.

Yazar, böyle bir eseri yazmayı, daha 2. Dünya Savaşı yıllarında düşünmüş, güncel olayları not etmiş. 1950 yılından beri kaynak ve doküman toplamış.

12 bölüme ayrılmıs olan kitap, her ne kadar bir tarih kitabı havasında hazırlanmış olsa da, okuması sıkıcı değil, bölümler kendi içinde tutarlı ve tarihimizin belirli bir bölümü hakkında kısa, ama akılda kalan, ilginç notlar içeriyor.

Kitabın dördüncü bölümü, “Türk – Sovyet İlişkileri (1939 – 1952) adını taşıyor.

1-1939 yılının ilk yarısı:

Avrupa’da gitgide artan savaş tehlikesi, Türk, İngiliz ve Fransız hükümetlerini, bir “İttifak anlaşması” yapmak amacıyla, birbiriyle görüşmeye itti.

Aynı zamanda, Türkiye ile aralarında iyi komşuluk ilişkileri ile “Saldırmazlık Paktı” bulunan Sovyet Rusya ile başka bir anlaşma da yapılabilirdi.

Londra ve Paris, Moskova ile de müzakerelere başlamıştı, ama, görüşmelerde bir ilerleme kaydedilmiyordu.

Bunun nedeni, küçük Batlık devletlerinin , Sovyet ordularından çekinmiş olmalarıdır. Müzakereler sırasında, Baltık devletleri “Rus ordusu, bizim can düşmanımızdır. Almanya ise ekonomik düşmanımız.” diyorlardı.
(Blogcunun notu: İlerleyen seneler, onları haklı çıkardı. Ancak, benim anlamadığım, Fransa-İngiltere-Sovyet Rusya arasında ki görüşmelerde, bu ülke temsilcilerinin ne aradığı? Yazar, söz konusu alıntıyı, Churchill’in kitabından yaptığını belirtmiş.)

Bir sonuca bağlanmayan görüşmeler sonunda, Sovyet Rusya Almanya’ya yöneldi.

Bu arada, Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Terentiyev, Türk hükümetinin yardım niteliğinde bir anlaşma yapılmasını istemesi halinde, Sovyet hükümetinin buna hazır olduğunu belirterek, Saraçoğlu’nu Moskova’ya davet etti.

Türk heyeti, 25 Eylül 1939 tarihinde Moskova’ya vardı ve ertesi gün, Molotov ile görüşmeler başladı.

Sovyetler, tasarlanan pakt konusuna hiç değinmeden, Montreux anlaşmasında ki bazı hükümlerin değiştirilmesini istediklerini belirttiler.

Saraçoğlu, bunun söz konusu bile olamayacağını belirtince, ertesi gün, Stalin’in de katıldığı ikinci bir toplantı yapıldı.

Stalin, Molotov’un bir gün önceki talebinin yanında, Türkiye-İngiltere ve Fransa arasında, tüm ayrıntıları görüşülmüş ve imzaya hazır hale getirilmiş “İttifak Anlaşması” üzerinde bir takım değişikliklerin yapılmasını istedi.

Saraçoğlu, söz konusu üçlü anlaşma maddelerinde yapılacak olası bir değişikliği, diğer ortaklara danışması gerektiğini belirtirken, Montreux anlaşması konusunda, evvelki oturumda gösterdiği kararlılıkla, Türkiye’nin “Hünkâr iskelesi”’ne benzer bir anlaşmayı hiçbir zaman tekrarlamayacağını belirti.

Ve ek olarak: “Şayet Stalin yoldaş, bu konuda ısrarlı ise, kendisinden ülkeme derhal dönmemi kolaylaştırmasını rica ederim.” der.

Müzakerelerin kesilme aşamasına geldiğini anlayan Stalin, söz konusu kağıda bir bakış atarak, “Yoldaş Saraçoğlu, haklı; bu taslak çok kabaca ele alınmış.” diyerek o günkü, görüşmeyi bitirmiştir.

Daha sonra ki görüşmeler 14 ve 16 Ekim tarihlerinde yapılmış; ancak, Sovyetler Birliği isteklerinde ısrar edince, Türk heyeti, görüşmelerin tüm sertliğine rağmen, dostane biçimde, Moskova’dan ayrılmış ve aşağıdaki bildiri yayınlanmıştır:

“Görüş alışverişleri, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki, değişmez dostluk ilişkilerin ve her iki hükümetin barışı koruma hususundaki ortak gayretlerini bir defa daha belirtmiştir.”

19 Ekim 1939 tarihinde, Türk heyetini taşıyan Kadeş isimli vapur, Boğazlardan girince, Türkiye-İngiltere-Fransa arasındaki üçlü ittifak imzalandı.

(Blogcunun notları: 18 Ekim 1939 tarihinde de, Almanya ile Sovyetler Birliği arasında, o tarihlerde tüm Dünya’yı şoke eden, bir Saldırmazlık Paktı imzalandı.

Nazi Almanyası ile Polonya’yı paylaşma planlarını yapmış ve uygulamış olan bir Stalin, zaten, yukarıda sözü edilen, “Saldırmazlık Paktı”’nı imzalamayı da çoktan kafasına koymuştur.

Savaştan sonra ele geçirilen gizli belgeler, anlaşma öncesinde yapılan pazarlıklarda, Stalin’in, Hitler’den Boğazlar ve Doğu Anadolu’da ki bazı illeri istediğini gösteriyor!


Ribbentrop’la aynı zamanda, Türk heyetini, Moskova’ya davet etmek, hem bize psikolojik bir baskı yapmayı, hem de Türk tarafının tepkilerine göre, Almanlardan, Türkiye hakkında istenecek taleplerin dozunu saptamayı hedefleyen bir Sovyet planıdır. Ancak, onurlu ve kendine güvenen Türk diplomasisi, Stalin’e “bir taşla iki kuş vurma” fırsatı vermemiştir.)

Not: Yazar, bu tarihlerde, TBMM’de, milletvekili olarak görev yaptığından dolayı, Fransız gazetelerinde çıkan bir yazıya değinerek, Saraçoğlu’nun, “çetin diplomat” olarak isimlendirildiğini belirtiyor.

10 Eylül 2014 Çarşamba

2. Dünya Savaşı öncesinde Sovyetler Birliği ile olan "soğuma sürecinin" gelişimi...

Merhaba!

TBMM'ni ilk tanıyan devlet Sovyet Rusya ile kurulmuş olan dostane ilişkilerin yavaş yavaş soğumasına dair gelişmeleri

"Çankaya Özel Kalemini anımsarken (1933 – 1951)" isimli kitabın yazarı Haldun Derin'in kaleminden takip etmeye devam ediyoruz:
Sayfa 156: "Kuzeyimizden esmeye başlayan soğuk yeller "

1936 yazında, Montrö görüşmeleri sırasında Pravda’nın kaydettiği “teessüf”ten beri eski sıcaklığını yitirmiş olan Türk-Sovyet ilişkileri, Türk-İngiliz garanti anlaşmasından sonra daha da soğuklaştı. Dışişleri Bakanı Saraçoğlu havayı berraklaştırmak için yanında Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi Terentief olduğu halde Moskova’yı ziyaret etti. (25 Eylül – 17 Ekim) Moskova Büyükelçiliğinde memur bulunan Zeki H. Karabuda’nın kaleminden:

“ İlk müzakerelerde, atmosfer yumuşaktır. Sovyetler tedhişi andıracak davranışlardan ihtimamla kaçınıyorlar. Sonra 3 haftalık bir bekleyiş. Kah Ribbentrop’un yeniden Moskova’ya gelişi, kah lazım gelen hazırlıkların bitmeyişi neden olarak gösteriliyor. Ziyafet yemekleri, opera ve tiyatro davetleri ile Türk grubu oyalanır. Bir yemekte, Molotov, gelen bir habere sevinir ve açıklama yapar: “Varşova, müttefikimiz Almanların hücumlarına dayanamayarak düşmüştür!” Geçen süreye paralel Ankara sinirlenmeye başlar ve Refik Saydam, Denizyollarından bir geminin Odesa’ya gönderildiğini bildirir.

En sonunda, Stalin ile beklenen görüşme yapılır. Stalin’in istekleri karşısında, Saraçoğlu, yeşil masanın üzerine yumruğunu indirir ve ona, “Stalin yoldaş, şimdi sizden tek bir ricam var. O da bizi Odesa’ya götürecek bir trende yer ayırtmanızdır. Bu cüretkar çıkış karşısında irkilen Stalin, müzakerelerin neticesiz kaldığından müteessir olduğunu yavan bir eda ile ifade eder ve ekler: “Sizi İstanbul’a kadar götürecek bir harp gemisinin emrinize tahsisini ve diğer bir harp gemisinin de ona refakat etmesini Karadeniz Filosu kumandanına emredeceğim.”

Yarın aynı olayı daha ayrıntılı bir biçimde başka bir yazarın kaleminden okuyacağız.

7 Eylül 2014 Pazar

2. Dünya Savaşı öncesinde Sovyet cephesi...

Bugün, savaş öncesi, Türkiye - Sovyetler Birliği ilişkilerine bir göz atmak istiyorum.

Bu konu ile ilgili olarak elime,

"Çankaya Özel Kalemini anımsarken (1933 – 1951)" başlıklı, Haldun Derin tarafından kaleme alınmış ve Tarih Vakfı Yurt Yayınlarınca basılmış, 343 sayfalık, 1995 tarihli bir kitap geçti.
Aşağıda sözü edilen gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan itibaren geliştirdikleri ilişkilere kısa bir göz atmak daha yararlı olur.

16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Dostluk İşbirliği antlaşması ile,

-Kars ve Ardahan Türkiye'ye

-Batum, Sovyetler Birliğine bırakılmıştır.

-Karşılıklı olarak ekonomi başta olmak üzere, her alanda yardımlaşma yapılacaktır.

Sovyetler Birliği, Sevr antlaşmasını tanımadığını ve Türk milletinin temsilcisi olarak TBMM'ni kabul ettiğini Dünya'ya duyurmuş ve hem kendisine, hem de Misak-ı Milliye geçerlilik kazandırmıştır.

Lozan Barış Antlaşmasında sınırlara dahil edilemeyen bölgeler (Musul ve Hatay gibi), 12 Adalar, Boğazlar, vb. sorunlar Batılı devletler ile Türkiye'nin ilişkilerini bir süre daha olumsuz etkilemeye devam ederken, Boğazlar konusunda kim farklılıklar taşısa da, Türkiye'ye en yakın görüşü Sovyetler Birliği savundu.

1919'dan başlayarak yirmi yıl boyunca SSCB'yle ilişkiler belli bir düzeyin üstünde tutuldu.

1928'de Cenevre'de toplanan Silahsızlanma Konferansı'na SSCB'nin önerisiyle Türkiye'de çağrıldı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye''nin ilk kez katıldığı uluslararası konferansta Türkiye temsilcisi topyekün silahsızlanma konusunda Sovyet tezini destekledi.

1935'de Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması on yıl üreyle uzatıdı.

Türkiye Balkan Antantı'na SSCB'yle savaşa sürüklenmeyeceğine ilişkin çekince koydurttu.

Tüm bu bilgilerin ışığında, her iki ülkenin gayet dostane ilişkiler içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Peki, ne oldu da, bilhassa 2. Dünya Savaşından sonra, birbirine düşman iki ayrı pakta üye olduk.

Bu gelişmelerin, bir kısmını, yukarıda bahsettiğim kitaptann alıntılar yaparak aktarıyorum:

Sayfa 106

Montrö Antlaşması ve ilk Türk – Sovyet atışması

Lozan Antlaşması’yla askerden arınmış duruma sokulan Boğazlar’da, bilhassa, son zamanlarda artan İtalyan cüretkarlığı karşısında, 1936 baharında Türk egemenliğinin kurulması artık gerekiyordu.

Fakat Hitler’in tersine, Türkiye (Blogcunun notu: O devirlerde,Türkiye, Atatürk demek!) Boğazlar sorununu görüşme yoluyla çözülmesini istedi.

23 Haziran’da başlayan Boğazlar üzerindeki görüşmeler konusunda 2 Temmuz’da „Montrö Konferansı“ başlıklı yazısı ile Pravda gazetesi Moskova’nın görüşünü şöyle belirtiyordu:“Tür teklifinin, kendisiyle dostane münasebetlerde bulunan ve Türkiye’nin menfaatlerini gözeten Sovyet Rusya’nı menfaatlerini gereği kadar gözetmediği aşikârdır.
Şurası da aşikârdır ki, Türkiye’ni bu hareketinde, Sovyet Rusya’ya muhalif bazı cerayanların Türk politikası üzerinde yaptıkları tesirler görülmektedir. Türkiye’nin Montrö konferansında takındığı vaziyetin, her iki memleket arasında uzun müddetten beri mevcut olan münasebetlerden beklenecek kadar Rusya’ya karşı dostane olmadığını teesüfle kaydetmek mecburiyetinde bulunuyoruz.“

Yıllardan beri belki ilk kez, Türkiye’nin tutumu, Sovyetler’in resmi organı ağzıyla „teessüf“’le karşılanıyordu.

Yunus Nadi’nin 10 Temmuz 1936 günlü Cumhuriyet’te çıkan başyazısı, Boğazlar konusunu ele alıyor; yazının bütünü dokunaklı bir meydan okumayı ortaya koyarken, özellikle şu parçası göze çarpıyordu:“Boğazlar meselesinde dostlarımıza açık sözümüz şudur: Türk milletinin, Türk vatanının tam emniyeti tedbirleri- ki bunlar hiçbir dost devleri ve hatta hiçbir
Devleti mutazarrır etmez- hakkıyla tahakkuk ettirilmedikçe, yapılacak herhangi bir rejimin Türk milletince kabule layık görülmeyeceğini şimdiden inanmalıdır.“

Üstünden yarım yüzyıl geçtikten sonra, 11 Mayıs 1986 günü Milliyet gazetesinde okunacağına göre, bu metin düpedüz Atatürk’ündür. Başından sonuna her sözcüğü kendisi Yunus Nadi bey’e yazdırıp, yayınlanmasını onun aracılığı ile sağlamıştır.

[Atatürk’ün can alıcı sorunlarda ülke çıkarına görüşlerini tanınmış kalemlerin imzası altında kamuya sunmakla, göstermeyi yeğlediği taktik inceliği ve gerektiğinde perde arkasında kalmadaki alçak gönüllülüğü, benzersiz kişiliğine özgü niteliklerdendi demek belki aykırı düşmeyecektir.

Hatay davasında da, Vakit gazetesinden (sonraki adıyla Kurun) başyazar Asım Us aracılığıyla aynı yolu izleyecekti.] "

(Blogcunun notu: Sovyetler Birliği'nin, eski Çarlık Rusya'nın uzantısı olan bazı emellerden hâlâ vazgeçemediği böylelikle ortaya çıknış. "Güneydeki sıcak denizlere inme" ve bunun en kestirme yolu olan, "Boğazlar'a hakim olma" sendromu, yeni bir ideolojiye sahip olan Sovyet Rusya'da bile kendisini göstermiş.)

4 Eylül 2014 Perşembe

"Atlas Tarih" dergisinin, 28. sayısı (Ağustos/Eylül 2014) çıktı!

Ağustos ayında tanıtımını yaptığımız bir tarih dergisi, 2 ayda bir çıktığından, geçen ay gözden kaçırmış olan okuyucular için bu ay bir tekrar yapıyorum:

O da “Atlas Tarih”. İki ayda bir yayınlanan bu süreli yayının 28. sayısı (Ağustos/Eylül 2014)çıktı.

Bu ayki sayfa sayısı 146 olan derginin, satış fiyatı 14.- TL.

Gazete bayiine.. (En azından eskiden öyleydi!)

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

tarihdergileri 

2 Eylül 2014 Salı

“Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 4. sayısı (Eylül 2014)!

Her ayın, olmazsa olmaz, süreli yayını, “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 4. sayısı (Eylül 2014) çıktı.
Bu ayki sayfa sayısı 116 olan derginin, satış fiyatı 10.- TL.

Her ay olduğu gibi, yine “dolu dolu“ bir dergi okunmayı bekliyor.
Ilginizi çekebilecek diğer yazılar: