Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

28 Haziran 2014 Cumartesi

2. Dünya Savaşı'nda Doğu cephesi ve Aleksandr A. Bek'in yazdığı "Moskova önlerinde" romanı!


Sovyet yazar Aleksandr A. Bek'in, 1944 yılında, Rusça basılan "Volokolamks Highway" (Volokolamsk otoyolu) isimli romanı dilimize çevrildikten sonra, 3 ayrı yayınevi tarafından piyasaya verilmiş.
Yazarın kendisi, 1941 Moskova savunmasında, savaş muhabiri olarak görev yapmış, sonradan orada yaşadıklarını bu romanda anlatmıştır. 
Kitabın dilimize ilk basımı, May yayınları tarafından, 2 cilt olarak, 1974 yılında gerçekleştirilmiş.


1985 yılında, Kastaş yayınları, yeniden 2 cilt halinde, ama bu sefer, kendi "cep kitabı" formatında yayınlamış.


Son basım,1999 yılında, Oda yayınları tarafından, 575 sayfalık tek kitap halinde gerçekleştirilmiş.


25 Haziran 2014 Çarşamba

Günün anektodu: 1940 Batı seferi sonunda Erwin Rommel'dan...

10 Mayıs 1940 tarihinde, Nazi Almanya'sının, Hollanda, Belçika ve Fransa'ya saldırması ile başlayan 1940 Batı Seferi, 25 Haziran 1940 günü, Fransa'nın teslim olması ile sona ermiştir.

Bırakın Müttefikleri ve Dünya'nın geriye kalan ülkelerini, Alman Genelkurmay'ının bile tahmin etmediği, yaklaşık 6 hafta gibi kısa bir sürede sonuçlanan bu zafer, aslında, hem Fransız hem de Alman orduları için,  küçümsenmeyecek kayıplara mal olmuştu. Fransızlar 90.000, Almanlar 27.000 kişi kaybetmişti. (Alıntı: John Keegan'ın, 2. Dünya Savaşı kitabından)

Bu seferin kahramanlarından birisi olan Erwin Rommel, 21 Haziran'da karısına yazdığı mektupta, "Savaş, pratikte, yıldırım hızında bir Tour de France" oldu." şeklinde bir cümle kullanmıştır.
 

22 Haziran 2014 Pazar

Günün kitabı: Barbarossa Harekâtı / Guido Knopp

Nazi Almanya'sının, Sovyetler Birliği'ni işgal etmek için başlattığı "Barbarossa Harekâtı'nı ele alan ve dilimize tercüme edilen, diğer bir kitap, Guido Knopp tarafından yazılmıış.

Orjinali, 1998 yılında Almanca basılan, "Lanet savaş, Barbarossa Harekâtı", Pencere yayınları tarafından 2006 yılında basılmış. 368 sayfalık kitavı, İsmail Toksoy tercüme etmiş.


Knopp'un "Stalingrad / ders ve uyarı" isimli diğer kitabı da, 2004 yılında aynı yayınevince dilimize kazandırılmıştı.

Paul Carell'in üç ciltlik kitabı ile karşılaştırılınca, daha kısa, okuması daha kolay bir eser. Ayrıca, Knopp'un, Carell gibi, "Nazi"'lerle ortak bir geçmişe sahip olmadığını da göz önünde tutmamız gerekir.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Waterloo (filminden) bir alıntı!

Waterloo Muharebesi bağlamında, "Waterloo" filminden kısa bir parça. Şahsen, "Savaş filmleri klasikleri" arasında yer veririm.


Bu videonun ilk 3 dakikası, her ne kadar "Wellington'u, bir zafer kazanan komutan olarak, göstermese de", Waterloo muharebesinin son anlarını, çok güzel anlatır.

Filmi de mutlaka seyredin!

https://www.youtube.com/watch?v=23QPnvBaSoQ



Günün anektodu: Winston Churchill'den...

1940 Batı Seferi'nin ikinci safhası olarak bilinen "Weygand Hattı" muharebeleri ve sonrasında, 14 Haziran tarihinde, Paris Alman birlikleri tarafından işgal edilir.

Churchill bu sembolik yenilgiden (Başkentin kaybedilmesi, savunan taraf için sembolik açıdan büyük bir kayıptır. Her ne kadar askeri ve politik idare ülkenin başka şehirlerine taşınsa da, moral bir çöküntü yaratır.) sonra, 18 Haziran tarihinde yaptığı ilk Avam Kamarası konuşmasında, "Fransa Savaşı sona erdi. Britanya Savaşı'nın başlamak üzere olduğunu zannediyorum." der.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Jean-Baptiste Vaquette de Gribeauval ve Fransız topçu reformu!

1715 doğumlu, De Gribeauval, Fransız topçu sınıfında yaptığı reformlarla, Fransız Devrim Savaşları sırasında, Fransız ordusunun gösterdiği başarıların temelini atanlardan birisidir.

Askerlik kariyerine, Fransız ordusunda başlayan, De Gribeauval, 3 yıl gibi çok kısa bir sürede yarbaylık rütbesine yükseltilmiştir. Ancak, 7 Yıl Savaşları boyunca, Avusturya ordusunda “topçu ve lağımcılar” birliğinin komutasına getirilmiştir. Avusturya ordusunda gösterdiği başarılardan sonra, “tümgeneral” rütbesiyle, Fransa’ya dönmüştür. Fransız ordusunda ki, bu ikinci kariyerinde, “topçu müfettişi” olarak görev yapmış ve 18. yüzyılın en önemli ve kalıcı askeri reformlarından birisine imzasını atmıştır.

 Sadece topların ve onlarda kullanılan cephanelerin standartlaştırılması değil, aynı zamanda, topları çeken top arabalarında ve bunlara takılan cephane arabalarında gerçekleştirdiği değişikliklerle topçu sınıfının, piyade ve süvariden farklı bir sınıf olarak ön plana çıkmasını sağlamıştır.

Top arabalarını çeken atların bağlı olduğu koşumlarda bile bir takım değişiklikler yaparak, bunların manevra kabiliyetini arttırarak, muharebe alanı etrafında ve içinde çok daha hızlı hareket etmesini sağlamıştır. Bu sayede, topçu birlikleri muharebenin gelişimine göre farklı yerlere hızla ulaşabilmiş ve gerek savunma gerekse saldırı taktiklerinin uygulanmasında hayati bir rol oynamıştır.

Gerek topların gerekse top arabalarının “değiştirilebilir” parçalardan üretilmesini sağlayarak, hızlı ve çok sayıda üretime geçilmesini sağladı. Bu yeniliğin muharebe öncesinde ve esnasında getirdiği diğer bir kolaylık ise, bozulan ve eskiyen parçaların kolayca ve hızla değiştirilmesi sayesinde, ordular, sefere çıktıklarında, bozulan ve eskiyen toplarını ve top arabalarını terk etmek zorunda kalmadılar. Yani, azalan topçu desteği, diğer bir deyişle, ateş gücü sorunu, ortadan kalkmadıysa da, azaldı.

Ama askeri tarihe damgasını vuran en önemli değişiklik, topların üretim tekniklerinde yapılandı. Bu noktada, Jean Maritz ismini anmadan geçemeyiz. İsviçre’li bir dökümcü ve yatırımcı olan Maritz, keşfettiği bir yeni döküm tekniği ile, tek parça dökümden üretilen topların, üretimini daha kolay ve hızlı hale getirmiştir. Daha da önemlisi, dökülen topların iç kısmı daha pürüzsüz ve daha dayanıklı oluyordu. Bu sayede, barutun patlamasına daha dayanıklı olduklarından ateşleme esnasında, daha fazla barut kullanılabiliyordu. Bu da kullanılan topun daha uzun bir menzile sahip olması demekti.

Topun iç yüzeyinin daha pürüzsüz olması da, isabet oranını arttırdığından hedefi bulma ve tahrip gücünü yükseltme konularında da beklenmedik iyileşmeler olmuştu.

De Gribeauval’ın reformları bu kadarla kalmıyordu. Bu yeni üretim tekniği sayesinde top, cephane ve top arabaları üretiminde standardizasyonu gerçekleştirdikten sonra, geriye tek bir nokta kalmıştır. Tüm bunları kullanan personele standart bir eğitim vermek. Bunu sağlayabilmek için, o güne kadar sivillerden oluşan topçuları lağvederek,  topçu eğitimi veren askeri bir kurumu hayata geçirdi. (İlerleyen yıllarda, bu eğitimi alan genç bir topçu, burada öğrendiklerini diğer askeri fikirler ve kurumlarla birleştirerek, tarihe damgasını vuracaktı!)



Diğer bir deyişle o güne kadar, temelde, piyadeyi destekleme görevi üstlenen topçu birlikleri, artık bağımsız bir birim olarak muharebe alanında görev yapmaya başlamışlardır. Yapılan muharebe planlamasına göre, piyadelerin yanında onlara destek amaçlı yürütülen topçu birlikleri ortadan kalkmış, onun yerine, daha hızla ateş eden, daha yüksek tahrip gücüne sahip, bağımsız topçu birlikleri ortaya çıkmıştır. Bu özellikleri ile destekleyici birlik rolünden çıkmışlardır. Onun yerine, muharebenin sonucunu belirleyen bir silah haline gelmişlerdir. Düşman piyadelerine verdikleri büyük kayıplarla, dost piyade birlikleri topçuların açtıkları gediklerden saldırarak, düşmana son darbeyi vurmuşlardır.

9 Haziran 2014 Pazartesi

Topyekûn savaş nedir?

2. Dünya Savaşı üzerine yapılan sohbet ve tartışmalarda, genellikle silahlar, komutanlar, liderler ve belirli muharebeler ön plandadır. “Hangi silah daha güçlüydü? Kim daha iyi komutandı? Hangi lider ülkesini daha başarıyla yönetti? Hangi muharebede hangi taraf ne hatalar yaptı?” şeklinde sorular etrafında dönen konuşmalar yapılır. Genelde, sohbetin başında kim hangi fikri savunuyorsa, sohbet bittiğinde de aynı fikirdedir. Diğer bir deyişle, bir fikir alışverişinden söz etmek olası değildir.

Ancak, tüm bu sohbet ve tartışmalarda, en çok göz ardı edilen konu “topyekûn savaş” olgusudur.


Almanlar’ın hızlı zaferler kazandığı 1939-1941 döneminden sonra, 2. Dünya Savaşı’nın o güne kadar ki “kısa ve sınırlı” savaş özelliği, “yıpratma savaşına” dönüşmüştür. “Yıpratma savaşı” kavramı aslında, “topyekûn savaş”’ın birinci özelliğidir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, başta silah teknolojisi olmak üzere, cephane ve lojistik unsurlarla birlikte savaş, endüstriyel bir karakter kazandı. Muharebe alanlarında savaşan asker sayısının artması, birden fazla ordunun farklı cephelerde savaşabilir hale gelmesi, kitle ordularının yarattığı bir neden-sonuç ilişkisi bağlamında, savaşı, sadece askerleri ve orduyu ilgilendiren bir olgu olmaktan çıkardı. Artan asker ve silah sayısı, daha fazla üretim, daha fazla üretim, daha fazla sayıda işçi ve üretim merkezi demekti. Bu yeni üretim merkezlerinin,  daha fazla hammadde, daha karmaşık ve verimli bir iktisat ve sanayi organizasyonuna ihtiyacı vardı.

Askere alınan erkek sayısının artması, sanayi ve tarımsal üretimin azalması demekti. Bunu engellemek için, savaşa gidemeyecek kadar yaşlı ve genç erkekler sanayi ve tarımsal üretime dahil edildi. Bunun da yetersiz kaldığı durumlarda, kadınlar, klasik toplumsal rollerini bırakıp, üretim konusunda, en azından, erkekler kadar iyi olduklarını gösterdiler. Savaş mallarının giderek artan üretimi, diğer ihtiyaç mallarının üretimini azaltınca, karne sistemi başladı. Karaborsa ve fahiş fiyat artışını engellemek için iktisadi bir takım önlemler alındı. Ancak, hem kaybeden hem de kazanan ülkeler, büyük cari açıklara ve enflasyona mahkûmdular.

1942 yılı başında, Nazi Almanya’sı artık, S.S.C.B., A.B.D. ve Britanya İmparatorluğu’ndan oluşan (burada özellikle vurgulanması gereken, sadece İngiltere ve İrlanda adalarından oluşmadığı) üçlü bir ittifaka karşı savaşmaktaydı. (Topyekûn savaş konusu irdelenirken, Özgür Fransız ordusu veya Bağımsız Polonya birlikleri gibi, üretim kapasitesine sahip olmayan, askeri birliklerden bahsetmiyoruz.) Her üç ülke, gerek insan gücü, gerekse üretim kapasitesi açısından Nazi Almanya’sından üstündü. (Britanya İmparatorluğu’nun üretim hızı ve buna bağlı olarak miktarı konusunda göz ardı edilemeyecek zaafları olsa da!)

Bu yazıda, söz konusu üç ülkenin sahip olduğu özelliklere fazla değinmek yerine, “topyekûn savaş” kavramını açıklamak istiyorum.

Bu savaş şeklinin, hangi savaştan itibaren, askeri tarihe damgasını vurduğu hala tartışılmaktadır. Bazı askeri tarihçiler tarafından, Dünya tarihinin, ilk “Dünya savaşı” olarak gösterilen, 7 Yıl Savaşları (1756-1763), aynı zamanda, ilk “topyekûn savaş” olarak da kabul edilir. Bir kısım tarihçi için, 1. Fransız Cumhuriyeti’nin “Devrim savaşları”’nı (1792-1802), bu özelliği taşıyan ilk savaştır. Ancak, askeri tarihçilerin çoğu, Napolyon Savaşları’nı (1803-1815), ilk “topyekûn savaş” olarak gösterir.

Bir savaşın, “topyekûn savaş” olarak nitelendirilebilmesi için hangi özelliklere sahip olması gerekir?

-Savaşın yayıldığı coğrafi alanın büyük olması,
-Uzun sürmesi (zaman kavramı, çok tartışılabilir olsa da!),
-Savaşa katılan insan sayısının çokluğu,
-Ekonomik kaynakların giderek artan bir yüzdeyle savaş ürünleri üretimine ayrılması (Bu kavrama, sanayi, tarım ve ticaret üretimini, hammadde ve insan sayısını dâhil edebiliriz),
-Savaşın, sadece muharebe alanlarında ve cephede gerçekleşen çatışmalardan değil de, giderek sivilleri de içine alan bir boyut kazanması en önemli özelliklerdir.

7 Yıl Savaşları’na kadar, savaş olgusu, genellikle, askerleri ve yönetici sınıfı ilgilendiren ve yılın belirli dönemlerinde, sınırlı bir coğrafyada gerçekleşirdi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransa başta olmak üzere, birçok Batı ve Orta Avrupa ülkesinde nüfus hızla arttı. Buna paralel olarak, Sanayi Devrimi’nin yayılmaya başlaması, silah teknolojisinin ilerlemesi ve üretiminin artması, ülkelerin birden fazla orduya sahip olmasına imkân verdi. 

7 Haziran 2014 Cumartesi

1942-1943 Doğu cephesi ve “stratejik yedek” kavramı!

Stalingrad sonrasında, yani, 1943 yılı Şubat başından itibaren, (BN: Aslında, Kızıl Ordu’nun operasyonlarının sayıca çokluğunu ve yayıldığı coğrafyayı göz önünde bulundurarak, 1942- 1943 kışı olarak tanımlamak daha doğru olur!) Wehrmacht, 1.000 kilometreyi aşan bir cephenin, birden çok kısmında, Kızıl Ordu’nun neredeyse, aynı zamanlı, karşı-saldırılarına göğüs germek zorunda kaldı.

Sözünü ettiğimiz, 1942-1943 kışında, Wehrmacht bir önceki, 1941-1942 kışı ile karşılaştırıldığında, en azından malzeme açısından daha hazırlıklı, tecrübe açısından daha avantajlı olmasına rağmen, halen üstesinden gelinemeyen birkaç önemli dezavantaja sahipti.
-Kızıl Ordu’nun asker sayısı bakımından üstünlüğü,

-Her ne kadar Tiger tanklarının üretimine başlanmış ve bir kısmı Doğu cephesine gönderilmiş olsa da, savaş alanlarında, Kızıl Ordu’nun tank bakımından sayıca üstünlüğü, (BN: Savaş sonuna kadar da öyle olacaktı!)
-Gerek top, gerekse Katyuşa roketlerinin kullanımı sayesinde, “topçu desteği” olarak nitelendirebileceğimiz uzun menzilli saldırı ve savunma desteğinde, Kızıl Ordu’nun üstünlüğü devam ediyordu.

Sayısal üstünlüğün yanında, piyade silahları ve tank, kamyon, top vb. araçlarının üretimi, bakımı ve tamiri Alman araçlarına nazaran daha kolay ve daha kısa sürmekteydi ki, bu unsur, gerek muharebe öncesinde, gerekse sonrasında Kızıl Ordu’ya önemli bir avantaj daha sağlamaktaydı. (BN: Ülke ekonomisi açısından, maliyetlerin düşük olması konusuna burada değinmiyorum.)
Tüm bu sayısal üstünlüğün yanında, bilhassa, operasyonel düzeyde Kızıl Ordu’ya avantaj sağlayan iki unsur daha vardı. Birincisi, gerek tanklar, gerekse tüm paletli araçların paletlerinin genişliğinin, Rus ikliminin yarattığı çamurlu ve karlı yollar ile arazi koşullarına uygun olarak hazırlanmış olmasıydı. İkincisi, bilhassa, kamyonların aks ve şanzıman donanımlarının söz konusu arazi koşullarına daha dayanıklı olarak üretilmiş olmasıydı. Bilhassa ilkbahar ve sonbahar dönemlerinde, aşırı yağmurların başladığı veya karların eridiği dönemlerde ordu ve kolordu düzeyinde harekâtlarda, çok sayıda asker ve silahın hızlıca gereken hedeflere taşınmasında, bu avantajlar hayati önem taşıyordu.

Diğer önemli bir nokta, “savaş bilimi” üzerine hiç eğitim almamış ve psikolojik durumu her geçen gün daha da bozulan Hitler’in, cephede ki her harekâta karışmasıydı.
Benim bugün ele almak istediğim konu ise, Wehrmacht’ın elinde, yeterli sayıda ve güçte mobil yedek (ihtiyat) kuvvet olmamasıydı. 22 Haziran 1941 tarihinde, “Barbarossa Harekâtı” başladığında, asker ve sivil her Alman “kısa süreli bir zaferden” o kadar emindi ki, kimse, olası bir düşman saldırısı karşısında, “stratejik yedek” olarak kullanılabilecek bir güç organize etmeyi düşünmemişti. (Bu yanılgıya düşen, sadece Almanlar değildi. Amerikan genelkurmayı bile, Kızıl Ordu’nun 6 haftadan fazla dayanamayacağını düşünüyordu. Evet, 6 hafta! Savaşın neredeyse 4 yıl sürdüğünü düşünürsek…)
Benim, “stratejik yedek” olarak isimlendirdiğim, “savaş prensipleri ”’ni oluşturan unsurların en önemlilerinden birisidir.

Kısaca bir tanımlama yapmak istersek: Savaş, kaos demektir. Moltke’nin (Yaşlı) deyimiyle, “Her harekât planı, harekât başladığı anda, geçersiz hale gelir.” Bunu bilen, her Genelkurmay, yapılan her saldırı ve savunma planı için, yedek bir kuvvet ayırır. 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren, “hareketlilik” (İng. mobility) muharebelerin hayati unsurlarından biri haline geldiğinden, bu söz konusu, yedek kuvvetin, motorlu ve zırhlı araçlara sahip olması kaçınılmaz olmuştur. Bir de, Doğu cephesi gibi, neredeyse, uçsuz bucaksız mesafelerin hakim olduğu, bir savaş alanında, bu olmazsa olmaz bir koşuldur.
Doğu cephesinde, bilhassa, 1942-1943 kışı, “stratejik yedek” eksikliğinin, bir orduyu (bu örnekte, Wehrmacht’ı) nasıl zorladığına güzel bir örnektir. Kuzey Buz Denizi’nden, Karadeniz’e kadar uzanan bir cephede, Kızıl Ordu’nun aynı anda olmasa da, birbirini takip eden birden fazla operasyona başlamaları, Alman Genelkurmay’ını çok zor durumda bırakmıştır.

2. Dünya Savaşı’nı konu edinen kitaplarda, sürekli bir “Blitzkrieg ”’den  (Yıldırım Savaşı) bahsedilse de, Wehrmacht’ın Rusya seferine, 1.500.000’dan fazla atla çıktığı gerçeği genelde göz ardı edilir. (Her ne kadar son zamanlarda, “Blitzkrieg” ’in, Wehrmacht’ın operasyonların da ki önemini tartışan kitaplar yayınlanmaya başladıysa da!) Burada vurgulamak istediğim nokta, Doğu cephesinde, Wehrmacht’ın elinde, yeteri kadar motorize birlik olmadığıydı. Az sayıda ki, motorlu zırhlı birlik, ya ancak bulundukları bölgede ki, Kızıl Ordu saldırılarına karşılık vermişler, ya da, kuşatılma veya yarılma tehlikesinde ki bir bölgeden diğerine “seyyar yedek kuvvet” rolü oynayarak yardıma gönderilmişlerdir. Bu tip az sayıda ki birliğe, Wehrmacht’ da “yangın söndürücü” (İng. fire brigade) lakabı takılmıştır.
“Stratejik yedek” olarak isimlendirdiğim bu birlikler, 2. Dünya Savaşı’nın koşullarında sadece, tank, zırhlı hücum topu veya tank avcısından oluşmuyordu. (Zaten, o günkü savaş koşullarında, yetersiz kalırdı.)  Zırhlı araçlara bindirilmiş piyade(Panzer Grenadier: zırhlı-mekanize piyade), kundağı motorlu top, kundağı motorlu uçaksavar, motorlu (ve zamanla hafif zırhlı araçlara sahip olan) keşif birlikleri şeklinde farklı destek birimlerinden oluşan bir kuvvet söz konusuydu. Bu birliklerde görev alan piyadeler, tanklar başta olmak üzere, tüm zırhlı araçlara karşı kullanabilecekleri tanksavar silahlara sahiptiler ve doğal olarak, bu tip yakın mücadele için özel eğitim almışlardı.

1942-1943 kışında Wehrmacht gerçekten beklenenin çok üstünde bir savunma beceresi göstermiştir. Stratejik yedek gücünün eksikliği yanında, lojistik desteğin zayıf olması ve Hitler’in ne pahasına olursa olsun geri çekilmeme emri,  Kızıl Ordu’nun saldırılarına hedef olan birliklerin, zamanla kuşatılmasına neden oldu. Gerek hava koşulları, gerekse Luftwaffe’nin (Alman hava Kuvvetleri) yetersiz kalışı, havadan ikmali, bir-iki istisna dışında, anlamsız kıldı. Yine hava koşulları ve yukarıda belirtildiği gibi, motorize zırhlı birliklerin eksikliği veya Doğu cephesinin her yerine yetişememeleri, Wehrmacht’ın düzenlediği bazı karşı saldırıların sonuca ulaşamamasına neden oldu.
Kendilerini başarıyla savunan Wehrmacht birlikleri bile, sonunda, cephane yetersizliğinden dolayı, geri çekilme amaçlı yarma harekatları gerçekleştirmek zorunda kaldılar. Her ne kadar yaralılarını beraberlerinde götürmek istedilerse de, ya bir kısmı gönüllü artçı olarak kaldı, ya da büyük bir kısmı yarma harekatı sırasında öldü veya esir düştü. Bu durum ağır yaralılar için zaten söz konusu değildi. Onları terk etmek istemeyen belirli sayıda tıbbi personelde gönüllü olarak Ruslara esir düştüler. (BN: Doğu cephesinde her iki taraf içinde Cenevre antlaşması koşulları çok ender koşullarda geçerliydi!)
Diğer bir deyişle, stratejik yedek gücün eksikliği, yukarıda ki paragrafta belirtilen diğer unsurlarla birleşince, savaşan Wehrmacht birliklerinin, başarılı geri çekilmeler gerçekleştirseler bile, malzeme ve asker sayısı açısından önemli kayıplar vermesine yol açmıştır. Nazi Almanya’sı, Sovyetler Birliği’ne kıyasla, insan gücü ve askeri malzeme üretme kapasitesi açısından daha zayıf olduğundan, bu kayıplar hiçbir zaman tam anlamıyla giderilememiştir.

Tabii ki ,“stratejik yedek” eksikliği, Wehrmacht’ın Doğu cephesinde yenilgiye uğramasını tek nedeni değildir. Ancak, en önemli eksikliklerden birisi olarak, 22 Haziran 1941 tarihinde, başlayan Barbarossa Harekâtı ile “sınırlı savaştan” “topyekün savaşa” dönen, Doğu cephesinde, Wehrmacht’ın kaçınılmaz yenilgisini hızlandırmıştır.

4 Haziran 2014 Çarşamba

"Atlas Tarih" dergisinin, 27. sayısı (Haziran/Temmuz 2014)!

Bu ay tarih meraklıları için bereketli bir ay; çünkü “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin yanında, tanıtmak istediğim ikinci bir dergi daha var.

O da “Atlas Tarih”. İki ayda bir yayınlanan bu süreli yayının 27. sayısı (Haziran-Temmuz 2014) çıktı.

Bu ayki sayfa sayısı 146 olan derginin, satış fiyatı 14.- TL.

Gazete bayiine.. (En azından eskiden öyleydi!)

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

tarihdergileri

1 Haziran 2014 Pazar

Yeni bir aylık tarih dergisi, "Bugünü anlamak için, #tarih" ismiyle yayın hayatına başlamış!

Bugün, okurlara güzel bir haberim var. Piyasaya bu aydan itibaren yeni bir aylık tarih dergisi çıkmaya başlamış.

Tanıtım yazısından edindiğim bilgiye göre, eski "NTV tarih" dergisini çıkaran ekip, yeni bir sponsor bularak, yanına devam ediyorlar.

Şahsen, "NTV tarih" dergisini, çıktığı ilk günden beri alıp okuduğum için, söz konusu ekibin tarihe yaklaşımını biliyorum ve büyük ölçüde katılıyorum.

Piyasada ki diğer tarih dergileri içinde bana daha çok hitap ediyor.

Bu sayıdan itibaren ,almaya ve blogta tanıtmaya başlıyorum

"Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 1. sayısı (Haziran 2014) çıktı.

Bu ayki sayfa sayısı 116 olan derginin, satış fiyatı 10.- TL.
Ilginizi çekebilecek diğer yazılar: