2. Dünya Savaşı üzerine yapılan sohbet ve tartışmalarda, genellikle
silahlar, komutanlar, liderler ve belirli muharebeler ön plandadır. “Hangi
silah daha güçlüydü? Kim daha iyi komutandı? Hangi lider ülkesini daha
başarıyla yönetti? Hangi muharebede hangi taraf ne hatalar yaptı?” şeklinde
sorular etrafında dönen konuşmalar yapılır. Genelde, sohbetin başında kim hangi
fikri savunuyorsa, sohbet bittiğinde de aynı fikirdedir. Diğer bir deyişle, bir
fikir alışverişinden söz etmek olası değildir.
Ancak, tüm bu sohbet ve tartışmalarda, en çok göz ardı edilen konu
“topyekûn savaş” olgusudur.
Almanlar’ın hızlı zaferler kazandığı 1939-1941
döneminden sonra, 2. Dünya Savaşı’nın o güne kadar ki “kısa ve sınırlı” savaş
özelliği, “yıpratma savaşına” dönüşmüştür. “Yıpratma savaşı” kavramı aslında,
“topyekûn savaş”’ın birinci özelliğidir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren,
başta silah teknolojisi olmak üzere, cephane ve lojistik unsurlarla birlikte
savaş, endüstriyel bir karakter kazandı. Muharebe alanlarında savaşan asker
sayısının artması, birden fazla ordunun farklı cephelerde savaşabilir hale
gelmesi, kitle ordularının yarattığı bir neden-sonuç ilişkisi bağlamında,
savaşı, sadece askerleri ve orduyu ilgilendiren bir olgu olmaktan çıkardı.
Artan asker ve silah sayısı, daha fazla üretim, daha fazla üretim, daha fazla
sayıda işçi ve üretim merkezi demekti. Bu yeni üretim merkezlerinin, daha fazla hammadde, daha karmaşık ve verimli
bir iktisat ve sanayi organizasyonuna ihtiyacı vardı.
Askere alınan erkek sayısının artması, sanayi ve tarımsal üretimin azalması
demekti. Bunu engellemek için, savaşa gidemeyecek kadar yaşlı ve genç erkekler
sanayi ve tarımsal üretime dahil edildi. Bunun da yetersiz kaldığı durumlarda,
kadınlar, klasik toplumsal rollerini bırakıp, üretim konusunda, en azından,
erkekler kadar iyi olduklarını gösterdiler. Savaş mallarının giderek artan
üretimi, diğer ihtiyaç mallarının üretimini azaltınca, karne sistemi başladı.
Karaborsa ve fahiş fiyat artışını engellemek için iktisadi bir takım önlemler
alındı. Ancak, hem kaybeden hem de kazanan ülkeler, büyük cari açıklara ve
enflasyona mahkûmdular.
1942 yılı başında, Nazi Almanya’sı artık, S.S.C.B., A.B.D. ve Britanya
İmparatorluğu’ndan oluşan (burada özellikle vurgulanması gereken, sadece
İngiltere ve İrlanda adalarından oluşmadığı) üçlü bir ittifaka karşı
savaşmaktaydı. (Topyekûn savaş konusu irdelenirken, Özgür Fransız ordusu veya
Bağımsız Polonya birlikleri gibi, üretim kapasitesine sahip olmayan, askeri
birliklerden bahsetmiyoruz.) Her üç ülke, gerek insan gücü, gerekse üretim
kapasitesi açısından Nazi Almanya’sından üstündü. (Britanya İmparatorluğu’nun
üretim hızı ve buna bağlı olarak miktarı konusunda göz ardı edilemeyecek
zaafları olsa da!)
Bu yazıda, söz konusu üç ülkenin sahip olduğu özelliklere fazla değinmek
yerine, “topyekûn savaş” kavramını açıklamak istiyorum.
Bu savaş şeklinin, hangi savaştan itibaren, askeri tarihe damgasını vurduğu
hala tartışılmaktadır. Bazı askeri tarihçiler tarafından, Dünya tarihinin, ilk
“Dünya savaşı” olarak gösterilen, 7 Yıl Savaşları (1756-1763), aynı zamanda,
ilk “topyekûn savaş” olarak da kabul edilir. Bir kısım tarihçi için, 1. Fransız
Cumhuriyeti’nin “Devrim savaşları”’nı (1792-1802), bu özelliği taşıyan ilk
savaştır. Ancak, askeri tarihçilerin çoğu, Napolyon Savaşları’nı (1803-1815), ilk
“topyekûn savaş” olarak gösterir.
Bir savaşın, “topyekûn savaş” olarak nitelendirilebilmesi için hangi
özelliklere sahip olması gerekir?
-Savaşın yayıldığı coğrafi alanın büyük olması,
-Uzun sürmesi (zaman kavramı, çok tartışılabilir olsa da!),
-Savaşa katılan insan sayısının çokluğu,
-Ekonomik kaynakların giderek artan bir yüzdeyle savaş ürünleri üretimine
ayrılması (Bu kavrama, sanayi, tarım ve ticaret üretimini, hammadde ve insan
sayısını dâhil edebiliriz),
-Savaşın, sadece muharebe alanlarında ve cephede gerçekleşen çatışmalardan
değil de, giderek sivilleri de içine alan bir boyut kazanması en önemli
özelliklerdir.
7 Yıl Savaşları’na kadar, savaş olgusu, genellikle, askerleri ve yönetici
sınıfı ilgilendiren ve yılın belirli dönemlerinde, sınırlı bir coğrafyada
gerçekleşirdi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransa başta olmak üzere, birçok
Batı ve Orta Avrupa ülkesinde nüfus hızla arttı. Buna paralel olarak, Sanayi
Devrimi’nin yayılmaya başlaması, silah teknolojisinin ilerlemesi ve üretiminin
artması, ülkelerin birden fazla orduya sahip olmasına imkân verdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder