Bu soruya cevap verebilmek için, askerliğin çıkış nedeni ve bir noktadan
sonra varoluş nedeni olan, savaş olgusunun gelişmesine kısaca bir göz
atmamız gerekir.
İnsanlık tarihinde, yüzyıllar boyunca, savaş, uluslararası ilişkilerde,
diplomatik yollardan çözülemeyen sorunları, bir noktadan sonra, sonuca bağlamak
için kullanılan meşru bir adım olarak kabul edilmiştir.
7 Yıl Savaşları (1756-1763) ile şekil değiştirmeye başlayan savaş olgusu,
zaman, coğrafya, katılan kişi ve kuruluşlar ile yarattığı yıkım açısından
giderek uzamaya ve büyümeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, zaman ve mekân
açısından sınırları durmadan genişleyen, savaş olgusu, “Fransız Devrim
Savaşları” ile “topyekûn savaş” biçimini almıştır.
“Askeri tarih” yazımını daha iyi
anlayabilmemiz açısından, bilhassa 19 yüzyılın başından itibaren geçirdiği
gelişime bir göz atmak gerekir. Geniş bir açıdan bakarsak, insanlık tarihinde (bildiğimiz
kısmında!), askeri tarih yazımına damgasını vurmuş isimleri saymak istersek, karşımıza,
Sun Tzu, Tukididis, Flavius Vegetius, Bizans imparatoru Mavrikios, Kutadgu
Bilig, Machiavelli, Büyük Frederick, Vauban, Mareşal de Saxe, Jaques de Guibert gibi bu konuya ilgi duyan
herkesin tanıdığı ünlü stratejistler çıkar.
Bu ismini saydığımız kişiler, sadece yaşadıkları çağa damga vurmakla
kalmamışlar, günümüze kadar geçerli muharebe taktikleri ve savaş stratejileri
hakkında vazgeçilmez başvuru kaynakları yazmışlardır. Ancak, “askeri tarih
yazımı”’nın süreklilik ve kurumsal nitelik taşıyan bir bilim dalı haline
gelmesi, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmiştir.
Sadece 19. yüzyılı değil, 2. Dünya Savaşı’na kadar uzanan bir zaman
dilimini etkileyen ve “askeri tarih yazımı”’nı bir bilim dalı haline getiren
adımlar, Prusya’da atılmıştır. Konu ile ilgilenen herkesin bildiği isim,
Clausewitz ve okuduğu kitap, “Savaş Üzerine”’dir. Ancak, burada, konu yazılan
bir kitap olmaktan çıkıp, askeri tarih araştırmalarının süreklilik kazanması
noktasına gelmiştir. Her ne kadar kendileri Clausewitz’in gölgesinde kalsalar
da, Scharnhorst ve Gneisenau, Clausewitz ile birlikte Prusya ordusunun
reformizasyonu için en temel adımları atmışlar ve “askeri bilimsel eğitim”’i ön
plana çıkartmışlardır. Bu yeni eğitim modelinin en önemli parçalarından birisi,
“askeri tarih yazımı” olacaktı. İşte, tam bu noktada, “askeri tarih yazımı” ve
bir bilim olarak “askerlik” kesişir.
Bu kadar kısa bir yazıda, Clausewitz’den kapsamlı olarak bahsetmenin imkanı
yok ama ona da değinmeden, “askeri tarih yazımı” hakkında herhangi bir şeyler
söylemek nerede ise imkansızdır.
Bugüne kadar üzerinde en çok tartışılan ve tartışılmaya devam edilen,
strateji ustası Clausewitz, genel olarak, “Savaş nedir?” ve “Savaş nasıl analiz
edilir?” sorularına cevap aramıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz, yeni asker
eğitimin, doğal olarak, en önemli iki sorusunu sormuş ve cevap aramış olan
Clausewitz, bu eseri ile “askeri tarih yazımı”’nın her şeyden önce, subay ve
ağırlıklı olarak kurmay subaylar tarafından şekillendirilmesine giden yolu
açmıştır. Diğer bir deyişle, Clausewitz’le başlayan bu süreçte, Prusya askeri
eğitimi ve genelkurmayı, askeri bir bilim dalı olan “savaşı”, en iyi “onu
yöneten elitlerin” (yüksek düzey komuta kademesi) anlayabileceğini ve
anlatabileceği düşüncesini yaymıştır. Devlet içinde ki, en yaygın ve derin
kurumlaşmaya ve buna bağlı olarak muhafazakâr düşünceye sahip olan ordu
içerisinde, “askeri tarih” yazarları yetişmeye başlamıştır.
Bir bilim dalı haline gelen “savaş”, “topyekûn savaş”’a dönüşürken, bu
gelişmeyi gören ve analiz eden askeri ve sivil stratejistler, giderek
kurumlaşan ve kendi üretim kapasitesini oluşturan orduların da, buna uygun
stratejiler geliştirmesi için mücadele vermişlerdir. Her ne kadar, barış
zamanlarında kendilerine pek fazla kulak verilmesi de, savaş ortamlarında
alınan acı dersler, gecikmeli de olsa, önerilerinin en azından bir kısmının
hayata geçirilmesini sağlamıştır.
Ancak, süren savaşa paralel olarak, teknik ve bilimsel gelişme, savaş alanlarında
ki askerlerin yaratıcı zekaları ile birleşince, ortaya çok daha farklı askeri
sorunlar çıkmıştır. Yeni silahların tahrip edici gücü karşısında yetersiz kalan
eski muharebe taktikleri terk edilmiş, yeni silahların etkili kullanımı ve buna
bağlı olarak yeni taktiklerin geliştirilmesi gerekmiştir. Tüm bu değişiklikler, her gün binlerce can alan savaş ortamında, çok büyük
kayıplar verilerek yapılmıştır. Barış zamanlarında kurulu sosyal-politik ve
askeri düzene aykırı ve sıra dışı gibi gözüken askeri ve sivil değişiklikleri
önerenlere kulak verilmemiştir. Bunu engelleyen, temel nedenler, yukarıda da
değindiğimiz gibi monarşik yönetim sisteminin ve ordunun kendi kurgusu içinde
ki “tutucu” unsurlarıdır. Bedeli ödeyenler ise, cephede ki rütbesiz askerler,
astsubaylar ve alt düzey komuta kademesi olmuştur.
“Siyasi tarih” ve “askeri tarih”
Bugün, “askeri tarih” olarak isimlendirdiğimiz, “tarih yazımı”, aslında, 2.
Dünya savaşı sonrasına kadar, genelde, ya da çoğunlukla, “muharebeler” ve
“savaşlar” üzerine odaklandığından, “harp tarihi” olarak isimlendirilirdi. Silahlar, askerler, operasyonlar, taktikler, komutanlar, muharebeler, ele
alınan temel konulardı. Savaş, uluslararası politikanın doğal bir devamı olarak
kabul edildiğinden, “siyasi tarih” bir yerde “harp tarihi”’nin ayrılmaz bir
parçasıydı.
1.Dünya Savaşı ile gerek asker gerekse sivil hiçbir yönetici sınıfın
beklemediği ölçülerde yıkıma yol açan, “topyekûn savaş”, 2.Dünya Savaşı ile
insanlık tarihinde, tepe noktasına ulaşmıştır. Savaşın son yılında, A.B.D.
tarafından kullanılan “atom bombası” ile “insanlığın sonu” tehlikesi ortaya
çıktı. Bu noktadan sonra, artık “savaş”, “uluslararası çözülemeyen sorunları
bir sonuca bağlama” yolunda atılan “meşru bir adım” olma niteliğini kaybetti. 2. Dünya Savaşı sonrasında, askeri tarih yazımından giderek artan sayıda
sivil yazar ve araştırmacıların eserleri yer almaya başladı. Ele alınan
konular, ordular, askerler, silahlar ve komutanlardan uzaklaşarak, psikolojik
ve sosyolojik bir bakış açısıyla sıradan askere ve cephe gerisine odaklandı.
Seferberlik, zorunlu askerlik, sivillerin askeri eğitim ve disipline bakış
açısı, kadınların savaş ekonomisine katkısı, orduda ırkçılık gibi o güne kadar,
hiç ele alınmayan konular işlendi. Ekonomistler, savaş öncesi ve esnasında, cephe
gerisinde ki üretimi ve işçileri ele alan çalışmalar yaptılar. Kısacası, bir
nevi “sivilleşme” başladı
.
“Yeni askeri tarih” olarak isimlendirilen bu oluşum, neredeyse, muharebe
alanlarından, cephe gerisine kayarak, ordular kadar, “topyekûn savaş”’ın diğer
bacağını oluşturan, toplumları da ön plana çıkardı. Savaş tarihinin, aynı
zamanda, silah üreten sanayiyi, lojistiğin her birimini sağlayan ekonomiyi ve
bunların hepsini maliyetini yüklenen finans sistemini dikkate alması
gerektiğini vurguladı.
Bu bir çeşit “sosyal bir organizasyon olarak ordu ve askerliğin tarihi“
yaklaşımıydı. Neredeyse 1990’lara kadar
süren bu tarz, zamanla kendi karşıtını yarattı. Eleştirel yaklaşımlar,
askerliğin ve ordunun var oluş nedeninin, yani, “savaş”’ın ihmal edildiğini
dile getirmeye başladılar. Dünya Savaşları dönemi sona erse de, bölgesel
savaşların neredeyse sonunun gelmemesi, savaşın, insanlığın bir parçası olduğu
gerçeğini ön plana çıkardı. Vietnam ve Afganistan savaşlarının beklenmedik sonuçları, zaferin sadece
yüksek ateş gücü, sürekli lojistik destek, sayı ve malzeme üstünlüğüne
dayanmadığını gösterdi. Bu bağlamda, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bile
farklı bir gözle sorgulanmaya başlandı. “Savaş ve toplum” yaklaşımını temel
alan, yeni askeri tarih, “askeri tarih yazımı”’nın ele aldığı konuların sadece,
silahlar, taktikler, komutanlar, muharebeler olmaması gerektiği açık bir
şekilde ortaya koymuştu.
Ancak, stratejik düşünce, orduların farklı organizasyonel yapıları, bu
yapıların gelişen silahlar nedeniyle uğradığı değişim ve bunun muharebe
alanlarında ki taktiklere yansıması, asimetrik savaş, farklı coğrafyalarda ki
orduların farklı gelişim nedenleri gibi bir çok askeri konu, yeni
perspektiflerle ele alınabilirdi. Karşılaştırmalı tarih yöntemini kullanarak ve
“savaş”’ın sosyal bir olgu olduğu gerçeğini araştırmaların merkezine oturtarak,
yeni bir askeri tarih yaklaşımı ön plana çıkmaya başladı.
Orduların organizasyonel yapısını incelerken, sadece komuta ve kontrol
sistemi ile birliklerin ve silahların niteliğini ve sayısını incelemek artık
yeterli görülmemekteydi. Aynı zamanda, askerlerin geldiği sosyo-ekonomik
yapıları, eğitim ve kişisel politik görüşleri göz önüne alınmalıydı.
Askeri eğitim ve disiplin, bir ordunun muharebe alanında ki başarısı
açısından çok önemlidir. Ancak, rütbesiz askerlerin askeri disiplin ve eğitime
verdikleri reaksiyon, orduların ve sivil politik yöneticilerin seferberlik ve
zorunlu askerlik sürelerini gözden geçirmelerine neden olur. Bu yoldan orduya
katılmak zorunda olan gönülsüz erlerin cephede gösterdikleri performans
çatışmalarda uygulanan taktikleri bile yönlendirir. Subay ve astsubay
kademesinin, zorunlu askerlik yoluyla orduya katılan acemilerle olan
ilişkileri, her iki tarafın bir bütün olarak, cephede gösterecekleri performans
açısından önemlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder