Stalingrad sonrasında, yani, 1943 yılı Şubat başından itibaren, (BN:
Aslında, Kızıl Ordu’nun operasyonlarının sayıca çokluğunu ve yayıldığı
coğrafyayı göz önünde bulundurarak, 1942- 1943 kışı olarak tanımlamak daha
doğru olur!) Wehrmacht, 1.000 kilometreyi aşan bir cephenin, birden çok
kısmında, Kızıl Ordu’nun neredeyse, aynı zamanlı, karşı-saldırılarına göğüs
germek zorunda kaldı.
Benim, “stratejik yedek” olarak isimlendirdiğim, “savaş prensipleri ”’ni oluşturan unsurların en önemlilerinden birisidir.
Diğer bir deyişle, stratejik yedek gücün eksikliği, yukarıda ki paragrafta belirtilen diğer unsurlarla birleşince, savaşan Wehrmacht birliklerinin, başarılı geri çekilmeler gerçekleştirseler bile, malzeme ve asker sayısı açısından önemli kayıplar vermesine yol açmıştır. Nazi Almanya’sı, Sovyetler Birliği’ne kıyasla, insan gücü ve askeri malzeme üretme kapasitesi açısından daha zayıf olduğundan, bu kayıplar hiçbir zaman tam anlamıyla giderilememiştir.
Sözünü ettiğimiz, 1942-1943 kışında, Wehrmacht bir önceki, 1941-1942 kışı
ile karşılaştırıldığında, en azından malzeme açısından daha hazırlıklı, tecrübe
açısından daha avantajlı olmasına rağmen, halen üstesinden gelinemeyen birkaç
önemli dezavantaja sahipti.
-Kızıl Ordu’nun asker sayısı bakımından üstünlüğü,
-Her ne kadar Tiger tanklarının üretimine başlanmış ve bir kısmı Doğu
cephesine gönderilmiş olsa da, savaş alanlarında, Kızıl Ordu’nun tank
bakımından sayıca üstünlüğü, (BN: Savaş sonuna kadar da öyle olacaktı!)
-Gerek top, gerekse Katyuşa roketlerinin kullanımı sayesinde, “topçu
desteği” olarak nitelendirebileceğimiz uzun menzilli saldırı ve savunma
desteğinde, Kızıl Ordu’nun üstünlüğü devam ediyordu.
Sayısal üstünlüğün yanında, piyade silahları ve tank, kamyon, top vb.
araçlarının üretimi, bakımı ve tamiri Alman araçlarına nazaran daha kolay ve
daha kısa sürmekteydi ki, bu unsur, gerek muharebe öncesinde, gerekse
sonrasında Kızıl Ordu’ya önemli bir avantaj daha sağlamaktaydı. (BN: Ülke
ekonomisi açısından, maliyetlerin düşük olması konusuna burada değinmiyorum.)
Tüm bu sayısal üstünlüğün yanında, bilhassa, operasyonel düzeyde Kızıl
Ordu’ya avantaj sağlayan iki unsur daha vardı. Birincisi, gerek tanklar,
gerekse tüm paletli araçların paletlerinin genişliğinin, Rus ikliminin
yarattığı çamurlu ve karlı yollar ile arazi koşullarına uygun olarak
hazırlanmış olmasıydı. İkincisi, bilhassa, kamyonların aks ve şanzıman
donanımlarının söz konusu arazi koşullarına daha dayanıklı olarak üretilmiş
olmasıydı. Bilhassa ilkbahar ve sonbahar dönemlerinde, aşırı yağmurların
başladığı veya karların eridiği dönemlerde ordu ve kolordu düzeyinde
harekâtlarda, çok sayıda asker ve silahın hızlıca gereken hedeflere
taşınmasında, bu avantajlar hayati önem taşıyordu.
Diğer önemli bir nokta, “savaş bilimi” üzerine hiç eğitim almamış ve
psikolojik durumu her geçen gün daha da bozulan Hitler’in, cephede ki her
harekâta karışmasıydı.
Benim bugün ele almak istediğim konu ise, Wehrmacht’ın elinde, yeterli
sayıda ve güçte mobil yedek (ihtiyat) kuvvet olmamasıydı. 22 Haziran 1941
tarihinde, “Barbarossa Harekâtı” başladığında, asker ve sivil her Alman “kısa
süreli bir zaferden” o kadar emindi ki, kimse, olası bir düşman saldırısı
karşısında, “stratejik yedek” olarak kullanılabilecek bir güç organize etmeyi
düşünmemişti. (Bu yanılgıya düşen, sadece Almanlar değildi. Amerikan
genelkurmayı bile, Kızıl Ordu’nun 6 haftadan fazla dayanamayacağını
düşünüyordu. Evet, 6 hafta! Savaşın neredeyse 4 yıl sürdüğünü düşünürsek…)Benim, “stratejik yedek” olarak isimlendirdiğim, “savaş prensipleri ”’ni oluşturan unsurların en önemlilerinden birisidir.
Kısaca bir tanımlama yapmak istersek: Savaş, kaos demektir. Moltke’nin (Yaşlı) deyimiyle, “Her harekât planı, harekât başladığı anda, geçersiz hale
gelir.” Bunu bilen, her Genelkurmay, yapılan her saldırı ve savunma planı için,
yedek bir kuvvet ayırır. 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren, “hareketlilik” (İng.
mobility) muharebelerin hayati unsurlarından biri haline geldiğinden, bu söz
konusu, yedek kuvvetin, motorlu ve zırhlı araçlara sahip olması kaçınılmaz
olmuştur. Bir de, Doğu cephesi gibi, neredeyse, uçsuz bucaksız mesafelerin
hakim olduğu, bir savaş alanında, bu olmazsa olmaz bir koşuldur.
Doğu cephesinde, bilhassa, 1942-1943 kışı, “stratejik yedek” eksikliğinin,
bir orduyu (bu örnekte, Wehrmacht’ı) nasıl zorladığına güzel bir örnektir.
Kuzey Buz Denizi’nden, Karadeniz’e kadar uzanan bir cephede, Kızıl Ordu’nun
aynı anda olmasa da, birbirini takip eden birden fazla operasyona başlamaları,
Alman Genelkurmay’ını çok zor durumda bırakmıştır.
2. Dünya Savaşı’nı konu edinen kitaplarda, sürekli bir “Blitzkrieg ”’den (Yıldırım Savaşı) bahsedilse de, Wehrmacht’ın
Rusya seferine, 1.500.000’dan fazla atla çıktığı gerçeği genelde göz ardı
edilir. (Her ne kadar son zamanlarda, “Blitzkrieg” ’in, Wehrmacht’ın
operasyonların da ki önemini tartışan kitaplar yayınlanmaya başladıysa da!)
Burada vurgulamak istediğim nokta, Doğu cephesinde, Wehrmacht’ın elinde, yeteri
kadar motorize birlik olmadığıydı. Az sayıda ki, motorlu zırhlı birlik, ya
ancak bulundukları bölgede ki, Kızıl Ordu saldırılarına karşılık vermişler, ya
da, kuşatılma veya yarılma tehlikesinde ki bir bölgeden diğerine “seyyar yedek
kuvvet” rolü oynayarak yardıma gönderilmişlerdir. Bu tip az sayıda ki birliğe,
Wehrmacht’ da “yangın söndürücü” (İng. fire brigade) lakabı takılmıştır.
“Stratejik yedek” olarak isimlendirdiğim bu birlikler, 2. Dünya Savaşı’nın
koşullarında sadece, tank, zırhlı hücum topu veya tank avcısından oluşmuyordu.
(Zaten, o günkü savaş koşullarında, yetersiz kalırdı.) Zırhlı araçlara bindirilmiş piyade(Panzer Grenadier:
zırhlı-mekanize piyade), kundağı motorlu top, kundağı motorlu uçaksavar,
motorlu (ve zamanla hafif zırhlı araçlara sahip olan) keşif birlikleri şeklinde
farklı destek birimlerinden oluşan bir kuvvet söz konusuydu. Bu birliklerde
görev alan piyadeler, tanklar başta olmak üzere, tüm zırhlı araçlara karşı
kullanabilecekleri tanksavar silahlara sahiptiler ve doğal olarak, bu tip yakın
mücadele için özel eğitim almışlardı.
1942-1943 kışında Wehrmacht gerçekten beklenenin çok üstünde bir savunma
beceresi göstermiştir. Stratejik yedek gücünün eksikliği yanında, lojistik
desteğin zayıf olması ve Hitler’in ne pahasına olursa olsun geri çekilmeme
emri, Kızıl Ordu’nun saldırılarına hedef
olan birliklerin, zamanla kuşatılmasına neden oldu. Gerek hava koşulları,
gerekse Luftwaffe’nin (Alman hava Kuvvetleri) yetersiz kalışı, havadan ikmali,
bir-iki istisna dışında, anlamsız kıldı. Yine hava koşulları ve yukarıda
belirtildiği gibi, motorize zırhlı birliklerin eksikliği veya Doğu cephesinin
her yerine yetişememeleri, Wehrmacht’ın düzenlediği bazı karşı saldırıların
sonuca ulaşamamasına neden oldu.
Kendilerini başarıyla savunan Wehrmacht birlikleri bile, sonunda, cephane
yetersizliğinden dolayı, geri çekilme amaçlı yarma harekatları gerçekleştirmek
zorunda kaldılar. Her ne kadar yaralılarını beraberlerinde götürmek istedilerse
de, ya bir kısmı gönüllü artçı olarak kaldı, ya da büyük bir kısmı yarma
harekatı sırasında öldü veya esir düştü. Bu durum ağır yaralılar için zaten söz
konusu değildi. Onları terk etmek istemeyen belirli sayıda tıbbi personelde
gönüllü olarak Ruslara esir düştüler. (BN: Doğu cephesinde her iki taraf içinde
Cenevre antlaşması koşulları çok ender koşullarda geçerliydi!)Diğer bir deyişle, stratejik yedek gücün eksikliği, yukarıda ki paragrafta belirtilen diğer unsurlarla birleşince, savaşan Wehrmacht birliklerinin, başarılı geri çekilmeler gerçekleştirseler bile, malzeme ve asker sayısı açısından önemli kayıplar vermesine yol açmıştır. Nazi Almanya’sı, Sovyetler Birliği’ne kıyasla, insan gücü ve askeri malzeme üretme kapasitesi açısından daha zayıf olduğundan, bu kayıplar hiçbir zaman tam anlamıyla giderilememiştir.
Tabii ki ,“stratejik yedek” eksikliği, Wehrmacht’ın Doğu cephesinde
yenilgiye uğramasını tek nedeni değildir. Ancak, en önemli eksikliklerden
birisi olarak, 22 Haziran 1941 tarihinde, başlayan Barbarossa Harekâtı ile “sınırlı
savaştan” “topyekün savaşa” dönen, Doğu cephesinde, Wehrmacht’ın kaçınılmaz
yenilgisini hızlandırmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder