Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, "Politikada 45 yıl" isimli kitabından alıntılar yapmaya devam...
Bugün, aynı dönemin bizi daha çok ilgilendireceğini düşündüğüm, başka bir kısmına ait alıntılar yapıyorum.
2. Dünya Savaşı'nda ülkemizdeki bir takım gelişmeler hakkında Yakup Kadri'nin anıları:
Sayfa: 153
"Yıl 1939’du.
Ikinci Dünya Savaşı patlamak üzereydi.
Ismet Paşa, Ingiltere ve Fransa ile ittifak akdettiğimiz günden beri, artık kıtalar arası bir siyaset gütmesi gereken bir devletin başkanı idi.
Bunun için, her zamandan ziyade o günlerde iç politika dırdırlarından sıyrılmaya, tam manasıyla milli birliğe dayanmaya ihtiyacı vardı."
Sayfa 159
"Yeni Cumhurbaşkanı çevresinde, her gün, her vesileyle, Atatürk adının dilden düşürülmemesi pek hoş karşılanmıyordu.
Atatürk, Atatürk, Atatürk..
Bu ad, Ismet Paşa’nın kulaklarında ne zamana kadar bir ‚Yat! Kalk!’ borusunun sesi gibi aksedip duracaktı? Evet, Atatürk, sanki hala ona kumanda ediyor gibiydi.
Hele, harp tehlikesinin –Fransa yenildikten sonra- bize daha da yaklaştığı kuşkusuna kapılan halkın gözü onu artık hiç görmez olmuş, Atatürk’ ün manevi şahsiyetına başvurup 'Ah, Atatürk neredesin?' diye sızlanan vatandaşların sayısı günden güne artmaya başlamıştı.
Aydınlar ve politikacılar çevresinde ise, Ingiltere ve Fransa ile yaptığımız üçlü Paktın aleyhinde bulunanların ve bununla başımızı belaya soktuğumuz kanaatini taşıyanların bozguncu sesleri, alarm verici yazıları bütün amme efkarımızı (blogcunun notu: toplumun genelinde) kavramış bulunuyordu.
Bunu da garipsememek lazım gelirdi.
Zira, gazetelerimizin hemen hepsi Alman Harp Bildirilerini manşetler altında yayınlamakta adeta birbirleriyle yarışa girmis gibiydiler.
Hele Istanbul’da çıkan yüksek tirajli iki gazetede 'Harekati Harbiye' yorumculuğunu yapan iki emekli Türk generalinin, bir takım teknik ve stratejik görüşlere dayanarak Hitler ordularının 'nihai' zaferi kazanmak üzere olduğunu kesin bir kanaat halinde belirten yazıları, en parlak kurmay subaylarımızın bile kafalarını bulandıracak bir mahiyet taşımakta idi.
Hele Alman orduları sınırlarımıza kadar gelip dayandığı ve bu sınırları yalayarak Rusya’nin üstüne abandığı vakit, memleketteki hava, onu bunaltacak kadar ağırlaşmış olsa gerekti.
„Ismet Paşa, Türkiye’nin kaderini Batı demokrasilerinin kaderine bağlayarak büyük bir hata işlemiştir.“
„Iste şimdi işin içinden nasıl çıkılacağını bilemiyor.“; „Almanya ile neden bir uzlaşma yolu aramıyor?“
mırıltıları bilgili ve bilgisiz hemen herkesin ağzında dolasmakta idi.
Almanya büyükelcisi von Papen bu durumdan faydalamasını çok iyi bildi.
Hitler’den Ismet Paşa’ya getirdiği, dostluk mesajlarıyla, bir Türkiye-Almanya Saldırmazlık Antlaşmasına yol açmakta gecikmedi ve bu antlaşmanın imzalanmasından sonra, Ankara’nin en popüler yabancı temsilcilerinden biri oldu.
Onun tarafından davet edilmek, bir çok diplomat, politikacı ve basın adamı için adeta bir şeref nedeni olmustu.
Almanya’nın, Sovyet Rusya’ya saldırmasından sonra da, bizim bir Alman saldırısına uğrama ihtimalimiz ortadan kalktığı için, bir genel rahatlama söz konusu olmasına rağmen; Ismet Paşa’nın güttügü, Ingiliz dostluğu politikası yine de büyük bir çoğunluğun yüreğinde kuşkular uyandırmaktaydı.
Bence, (Karaosmanoğlu) bunun birinci sebebi, Paşanın bu politikasını millete benimsetememek ve halkın genel izleniminin, ağırlıklı olarak Alman taraftarlarından oluşan bir basın tarafından yönlendirilmesiydi.
Etrafı çepeçevre ateşle çevrilmiş Türkiye gibi bir ülkede bu çok tehlikeli bir durumdu. Daha da ilginci, o zamanlar, bir „Milli şef“ rejimine ve ağır bir basın kanununa sahip olmamıza rağmen, „dış politika“ ile ilgili konularda yazılan yazılar değil, „iç politika“ haberleri gazetelerin kapanmasına neden oluyordu."
Bol bloglu günler!
Bugün, aynı dönemin bizi daha çok ilgilendireceğini düşündüğüm, başka bir kısmına ait alıntılar yapıyorum.
2. Dünya Savaşı'nda ülkemizdeki bir takım gelişmeler hakkında Yakup Kadri'nin anıları:
Sayfa: 153
"Yıl 1939’du.
Ikinci Dünya Savaşı patlamak üzereydi.
Ismet Paşa, Ingiltere ve Fransa ile ittifak akdettiğimiz günden beri, artık kıtalar arası bir siyaset gütmesi gereken bir devletin başkanı idi.
Bunun için, her zamandan ziyade o günlerde iç politika dırdırlarından sıyrılmaya, tam manasıyla milli birliğe dayanmaya ihtiyacı vardı."
Sayfa 159
"Yeni Cumhurbaşkanı çevresinde, her gün, her vesileyle, Atatürk adının dilden düşürülmemesi pek hoş karşılanmıyordu.
Atatürk, Atatürk, Atatürk..
Bu ad, Ismet Paşa’nın kulaklarında ne zamana kadar bir ‚Yat! Kalk!’ borusunun sesi gibi aksedip duracaktı? Evet, Atatürk, sanki hala ona kumanda ediyor gibiydi.
Hele, harp tehlikesinin –Fransa yenildikten sonra- bize daha da yaklaştığı kuşkusuna kapılan halkın gözü onu artık hiç görmez olmuş, Atatürk’ ün manevi şahsiyetına başvurup 'Ah, Atatürk neredesin?' diye sızlanan vatandaşların sayısı günden güne artmaya başlamıştı.
Aydınlar ve politikacılar çevresinde ise, Ingiltere ve Fransa ile yaptığımız üçlü Paktın aleyhinde bulunanların ve bununla başımızı belaya soktuğumuz kanaatini taşıyanların bozguncu sesleri, alarm verici yazıları bütün amme efkarımızı (blogcunun notu: toplumun genelinde) kavramış bulunuyordu.
Bunu da garipsememek lazım gelirdi.
Zira, gazetelerimizin hemen hepsi Alman Harp Bildirilerini manşetler altında yayınlamakta adeta birbirleriyle yarışa girmis gibiydiler.
Hele Istanbul’da çıkan yüksek tirajli iki gazetede 'Harekati Harbiye'
Hele Alman orduları sınırlarımıza kadar gelip dayandığı ve bu sınırları yalayarak Rusya’nin üstüne abandığı vakit, memleketteki hava, onu bunaltacak kadar ağırlaşmış olsa gerekti.
„Ismet Paşa, Türkiye’nin kaderini Batı demokrasilerinin kaderine bağlayarak büyük bir hata işlemiştir.“
„Iste şimdi işin içinden nasıl çıkılacağını bilemiyor.“; „Almanya ile neden bir uzlaşma yolu aramıyor?“
mırıltıları bilgili ve bilgisiz hemen herkesin ağzında dolasmakta idi.
Almanya büyükelcisi von Papen bu durumdan faydalamasını çok iyi bildi.
Hitler’den Ismet Paşa’ya getirdiği, dostluk mesajlarıyla, bir Türkiye-Almanya Saldırmazlık Antlaşmasına yol açmakta gecikmedi ve bu antlaşmanın imzalanmasından sonra, Ankara’nin en popüler yabancı temsilcilerinden biri oldu.
Onun tarafından davet edilmek, bir çok diplomat, politikacı ve basın adamı için adeta bir şeref nedeni olmustu.
Almanya’nın, Sovyet Rusya’ya saldırmasından sonra da, bizim bir Alman saldırısına uğrama ihtimalimiz ortadan kalktığı için, bir genel rahatlama söz konusu olmasına rağmen; Ismet Paşa’nın güttügü, Ingiliz dostluğu politikası yine de büyük bir çoğunluğun yüreğinde kuşkular uyandırmaktaydı.
Bence, (Karaosmanoğlu) bunun birinci sebebi, Paşanın bu politikasını millete benimsetememek ve halkın genel izleniminin, ağırlıklı olarak Alman taraftarlarından oluşan bir basın tarafından yönlendirilmesiydi.
Etrafı çepeçevre ateşle çevrilmiş Türkiye gibi bir ülkede bu çok tehlikeli bir durumdu. Daha da ilginci, o zamanlar, bir „Milli şef“ rejimine ve ağır bir basın kanununa sahip olmamıza rağmen, „dış politika“ ile ilgili konularda yazılan yazılar değil, „iç politika“ haberleri gazetelerin kapanmasına neden oluyordu."
Bol bloglu günler!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder