Devleti oluşturan tüm kurumlar, tabiatları icabı, “tutucu”, daha doğru bir
deyişle, “muhafazakâr”, yani, “içinde bulundukları konumu muhafaza edici” bir
yaklaşıma sahiptirler.
Sivil ve askeri bürokrasi, neredeyse yok denecek kadar az bir düzeyde eleştiri kabul ederler. Varoluş nedenleri, yönetmek üzerine kurulmuş bir mekanizmasının işlemesini sağlamaktır. Halbuki, “yeni” bir fikir işleyen sistemi bozabilir. Bundan dolayı, sosyo- politik ve ekonomik zorlamalar olmadan, hiçbir düzeyde değişiklik yapılmaz. Zaten, hiç kimse de, herhangi bir değişiklikten dolayı, doğabilecek zarar veya hataları üstlenme riskine girmez.
Bunun en güzel örneğini, Napolyon Savaşları’ndan (1802-1815) 1. Dünya
Savaşı’na kadar geçen süre de, orduların organizasyonel yapıları bağlamında
görürüz. Bilhassa, Amerikan iç Savaşı (1861-1865), Kırım savaşı (1853-1856) ve
Japon-Rus Savaşı (1904-1905) ordular açısından üç hayati değişikliği gözler
önüne sermiştir.
-Silah teknolojisinde ilerleme sonucu, silahların artan tahrip gücünü,
-Savaşın artık, sadece muharebe alanları ile sınırlı kalmadığını, katılan
ülkelerin sivillerini de içine aldığını,
-Artan ve hızlanan sanayi üretimi sayesinde, kitle ordularının silah ve
malzeme ihtiyacını karşılama sorununun ortadan kalktığını. Bu bağlamda, daha
çok asker, daha fazla silah, cephane ve malzeme ile daha uzun, büyük ve kanlı
muharebelere katılabiliyorlardı.
Doğal olarak, gerek orduların organizasyonel yapılarında gerekse askere
alma ve eğitim konuların da bu üç değişiklik paralelinde önemli değişiklikler
yapılması gerekirdi. Alman ordusu içinde, Goltz, bu konuda ki önemli öncülerden
birisi olmuştur. Ancak, sosyo-politik korkular ve yapılması önerilen en küçük
değişikliğin bile, ordunun devasa yapısı içinde uzun süreli ve masraflı bir
sürece yol açması gibi sınıfsal ve finansal nedenlerden dolayı, önerilerin
büyük bir kısmı ya göz ardı edildi ya da sürünceme de bırakıldı.
Madalyonun diğer yüzünde ise, orduların birbirine benzeme yarışı vardır.
Aslında, rekabet içinde olan devletlerin birbirlerinden bir takım fikir ve
organizasyonel yapıları çalarak, taklit ettikleri uluslararası politikanın bir
gerçeğidir. Devleti oluşturan en güçlü kurumlardan birisi olan ordu için ise,
bu hayati bir gerekliliktir. Her ordu, bir önceki savaşı kazanmış olan ülkenin
ordusunu önce taklit eder, sonra kendi yapı ve gereksinimlerine göre uyarlar,
en sonunda elinde ki olanaklar ölçüsünde değişir.
Söz konusu olan, bir ordunun, dolayısıyla, devletin ve milletin (her ikisi daima bir değildir!) var olma mücadelesi olduğundan, organizasyonel yapıda ve kullanılan silahlarda yapılması gereken yenilikler, bazen orduların “tutucu” yapısından beklenmeyecek bir hızda gerçekleşebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder