Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

2. Dünya Savaşı'nda Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2. Dünya Savaşı'nda Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2014 Cumartesi

2. Dünya Savaşı öncesinde,Sovyetler Birliği ile başlayan "soğuma süreci"'nin devamı..

Dün başladığımız, 2. Dünya Savaşı öncesinde, Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerimize bugün

"2. Dünya Savaşının bilinmeyen yanları Bir Milletvekilinin Anıları / 1943 – 1952" isimli kitapla devam ediyoruz.

Yazarı Dr. Necmi Osten olan 179 sayfalık kitap, 10 YTL tutarında, ve 1992 basımı.

Yazar, böyle bir eseri yazmayı, daha 2. Dünya Savaşı yıllarında düşünmüş, güncel olayları not etmiş. 1950 yılından beri kaynak ve doküman toplamış.

12 bölüme ayrılmıs olan kitap, her ne kadar bir tarih kitabı havasında hazırlanmış olsa da, okuması sıkıcı değil, bölümler kendi içinde tutarlı ve tarihimizin belirli bir bölümü hakkında kısa, ama akılda kalan, ilginç notlar içeriyor.

Kitabın dördüncü bölümü, “Türk – Sovyet İlişkileri (1939 – 1952) adını taşıyor.

1-1939 yılının ilk yarısı:

Avrupa’da gitgide artan savaş tehlikesi, Türk, İngiliz ve Fransız hükümetlerini, bir “İttifak anlaşması” yapmak amacıyla, birbiriyle görüşmeye itti.

Aynı zamanda, Türkiye ile aralarında iyi komşuluk ilişkileri ile “Saldırmazlık Paktı” bulunan Sovyet Rusya ile başka bir anlaşma da yapılabilirdi.

Londra ve Paris, Moskova ile de müzakerelere başlamıştı, ama, görüşmelerde bir ilerleme kaydedilmiyordu.

Bunun nedeni, küçük Batlık devletlerinin , Sovyet ordularından çekinmiş olmalarıdır. Müzakereler sırasında, Baltık devletleri “Rus ordusu, bizim can düşmanımızdır. Almanya ise ekonomik düşmanımız.” diyorlardı.
(Blogcunun notu: İlerleyen seneler, onları haklı çıkardı. Ancak, benim anlamadığım, Fransa-İngiltere-Sovyet Rusya arasında ki görüşmelerde, bu ülke temsilcilerinin ne aradığı? Yazar, söz konusu alıntıyı, Churchill’in kitabından yaptığını belirtmiş.)

Bir sonuca bağlanmayan görüşmeler sonunda, Sovyet Rusya Almanya’ya yöneldi.

Bu arada, Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Terentiyev, Türk hükümetinin yardım niteliğinde bir anlaşma yapılmasını istemesi halinde, Sovyet hükümetinin buna hazır olduğunu belirterek, Saraçoğlu’nu Moskova’ya davet etti.

Türk heyeti, 25 Eylül 1939 tarihinde Moskova’ya vardı ve ertesi gün, Molotov ile görüşmeler başladı.

Sovyetler, tasarlanan pakt konusuna hiç değinmeden, Montreux anlaşmasında ki bazı hükümlerin değiştirilmesini istediklerini belirttiler.

Saraçoğlu, bunun söz konusu bile olamayacağını belirtince, ertesi gün, Stalin’in de katıldığı ikinci bir toplantı yapıldı.

Stalin, Molotov’un bir gün önceki talebinin yanında, Türkiye-İngiltere ve Fransa arasında, tüm ayrıntıları görüşülmüş ve imzaya hazır hale getirilmiş “İttifak Anlaşması” üzerinde bir takım değişikliklerin yapılmasını istedi.

Saraçoğlu, söz konusu üçlü anlaşma maddelerinde yapılacak olası bir değişikliği, diğer ortaklara danışması gerektiğini belirtirken, Montreux anlaşması konusunda, evvelki oturumda gösterdiği kararlılıkla, Türkiye’nin “Hünkâr iskelesi”’ne benzer bir anlaşmayı hiçbir zaman tekrarlamayacağını belirti.

Ve ek olarak: “Şayet Stalin yoldaş, bu konuda ısrarlı ise, kendisinden ülkeme derhal dönmemi kolaylaştırmasını rica ederim.” der.

Müzakerelerin kesilme aşamasına geldiğini anlayan Stalin, söz konusu kağıda bir bakış atarak, “Yoldaş Saraçoğlu, haklı; bu taslak çok kabaca ele alınmış.” diyerek o günkü, görüşmeyi bitirmiştir.

Daha sonra ki görüşmeler 14 ve 16 Ekim tarihlerinde yapılmış; ancak, Sovyetler Birliği isteklerinde ısrar edince, Türk heyeti, görüşmelerin tüm sertliğine rağmen, dostane biçimde, Moskova’dan ayrılmış ve aşağıdaki bildiri yayınlanmıştır:

“Görüş alışverişleri, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki, değişmez dostluk ilişkilerin ve her iki hükümetin barışı koruma hususundaki ortak gayretlerini bir defa daha belirtmiştir.”

19 Ekim 1939 tarihinde, Türk heyetini taşıyan Kadeş isimli vapur, Boğazlardan girince, Türkiye-İngiltere-Fransa arasındaki üçlü ittifak imzalandı.

(Blogcunun notları: 18 Ekim 1939 tarihinde de, Almanya ile Sovyetler Birliği arasında, o tarihlerde tüm Dünya’yı şoke eden, bir Saldırmazlık Paktı imzalandı.

Nazi Almanyası ile Polonya’yı paylaşma planlarını yapmış ve uygulamış olan bir Stalin, zaten, yukarıda sözü edilen, “Saldırmazlık Paktı”’nı imzalamayı da çoktan kafasına koymuştur.

Savaştan sonra ele geçirilen gizli belgeler, anlaşma öncesinde yapılan pazarlıklarda, Stalin’in, Hitler’den Boğazlar ve Doğu Anadolu’da ki bazı illeri istediğini gösteriyor!


Ribbentrop’la aynı zamanda, Türk heyetini, Moskova’ya davet etmek, hem bize psikolojik bir baskı yapmayı, hem de Türk tarafının tepkilerine göre, Almanlardan, Türkiye hakkında istenecek taleplerin dozunu saptamayı hedefleyen bir Sovyet planıdır. Ancak, onurlu ve kendine güvenen Türk diplomasisi, Stalin’e “bir taşla iki kuş vurma” fırsatı vermemiştir.)

Not: Yazar, bu tarihlerde, TBMM’de, milletvekili olarak görev yaptığından dolayı, Fransız gazetelerinde çıkan bir yazıya değinerek, Saraçoğlu’nun, “çetin diplomat” olarak isimlendirildiğini belirtiyor.

10 Eylül 2014 Çarşamba

2. Dünya Savaşı öncesinde Sovyetler Birliği ile olan "soğuma sürecinin" gelişimi...

Merhaba!

TBMM'ni ilk tanıyan devlet Sovyet Rusya ile kurulmuş olan dostane ilişkilerin yavaş yavaş soğumasına dair gelişmeleri

"Çankaya Özel Kalemini anımsarken (1933 – 1951)" isimli kitabın yazarı Haldun Derin'in kaleminden takip etmeye devam ediyoruz:
Sayfa 156: "Kuzeyimizden esmeye başlayan soğuk yeller "

1936 yazında, Montrö görüşmeleri sırasında Pravda’nın kaydettiği “teessüf”ten beri eski sıcaklığını yitirmiş olan Türk-Sovyet ilişkileri, Türk-İngiliz garanti anlaşmasından sonra daha da soğuklaştı. Dışişleri Bakanı Saraçoğlu havayı berraklaştırmak için yanında Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi Terentief olduğu halde Moskova’yı ziyaret etti. (25 Eylül – 17 Ekim) Moskova Büyükelçiliğinde memur bulunan Zeki H. Karabuda’nın kaleminden:

“ İlk müzakerelerde, atmosfer yumuşaktır. Sovyetler tedhişi andıracak davranışlardan ihtimamla kaçınıyorlar. Sonra 3 haftalık bir bekleyiş. Kah Ribbentrop’un yeniden Moskova’ya gelişi, kah lazım gelen hazırlıkların bitmeyişi neden olarak gösteriliyor. Ziyafet yemekleri, opera ve tiyatro davetleri ile Türk grubu oyalanır. Bir yemekte, Molotov, gelen bir habere sevinir ve açıklama yapar: “Varşova, müttefikimiz Almanların hücumlarına dayanamayarak düşmüştür!” Geçen süreye paralel Ankara sinirlenmeye başlar ve Refik Saydam, Denizyollarından bir geminin Odesa’ya gönderildiğini bildirir.

En sonunda, Stalin ile beklenen görüşme yapılır. Stalin’in istekleri karşısında, Saraçoğlu, yeşil masanın üzerine yumruğunu indirir ve ona, “Stalin yoldaş, şimdi sizden tek bir ricam var. O da bizi Odesa’ya götürecek bir trende yer ayırtmanızdır. Bu cüretkar çıkış karşısında irkilen Stalin, müzakerelerin neticesiz kaldığından müteessir olduğunu yavan bir eda ile ifade eder ve ekler: “Sizi İstanbul’a kadar götürecek bir harp gemisinin emrinize tahsisini ve diğer bir harp gemisinin de ona refakat etmesini Karadeniz Filosu kumandanına emredeceğim.”

Yarın aynı olayı daha ayrıntılı bir biçimde başka bir yazarın kaleminden okuyacağız.

7 Eylül 2014 Pazar

2. Dünya Savaşı öncesinde Sovyet cephesi...

Bugün, savaş öncesi, Türkiye - Sovyetler Birliği ilişkilerine bir göz atmak istiyorum.

Bu konu ile ilgili olarak elime,

"Çankaya Özel Kalemini anımsarken (1933 – 1951)" başlıklı, Haldun Derin tarafından kaleme alınmış ve Tarih Vakfı Yurt Yayınlarınca basılmış, 343 sayfalık, 1995 tarihli bir kitap geçti.
Aşağıda sözü edilen gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan itibaren geliştirdikleri ilişkilere kısa bir göz atmak daha yararlı olur.

16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Dostluk İşbirliği antlaşması ile,

-Kars ve Ardahan Türkiye'ye

-Batum, Sovyetler Birliğine bırakılmıştır.

-Karşılıklı olarak ekonomi başta olmak üzere, her alanda yardımlaşma yapılacaktır.

Sovyetler Birliği, Sevr antlaşmasını tanımadığını ve Türk milletinin temsilcisi olarak TBMM'ni kabul ettiğini Dünya'ya duyurmuş ve hem kendisine, hem de Misak-ı Milliye geçerlilik kazandırmıştır.

Lozan Barış Antlaşmasında sınırlara dahil edilemeyen bölgeler (Musul ve Hatay gibi), 12 Adalar, Boğazlar, vb. sorunlar Batılı devletler ile Türkiye'nin ilişkilerini bir süre daha olumsuz etkilemeye devam ederken, Boğazlar konusunda kim farklılıklar taşısa da, Türkiye'ye en yakın görüşü Sovyetler Birliği savundu.

1919'dan başlayarak yirmi yıl boyunca SSCB'yle ilişkiler belli bir düzeyin üstünde tutuldu.

1928'de Cenevre'de toplanan Silahsızlanma Konferansı'na SSCB'nin önerisiyle Türkiye'de çağrıldı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye''nin ilk kez katıldığı uluslararası konferansta Türkiye temsilcisi topyekün silahsızlanma konusunda Sovyet tezini destekledi.

1935'de Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması on yıl üreyle uzatıdı.

Türkiye Balkan Antantı'na SSCB'yle savaşa sürüklenmeyeceğine ilişkin çekince koydurttu.

Tüm bu bilgilerin ışığında, her iki ülkenin gayet dostane ilişkiler içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Peki, ne oldu da, bilhassa 2. Dünya Savaşından sonra, birbirine düşman iki ayrı pakta üye olduk.

Bu gelişmelerin, bir kısmını, yukarıda bahsettiğim kitaptann alıntılar yaparak aktarıyorum:

Sayfa 106

Montrö Antlaşması ve ilk Türk – Sovyet atışması

Lozan Antlaşması’yla askerden arınmış duruma sokulan Boğazlar’da, bilhassa, son zamanlarda artan İtalyan cüretkarlığı karşısında, 1936 baharında Türk egemenliğinin kurulması artık gerekiyordu.

Fakat Hitler’in tersine, Türkiye (Blogcunun notu: O devirlerde,Türkiye, Atatürk demek!) Boğazlar sorununu görüşme yoluyla çözülmesini istedi.

23 Haziran’da başlayan Boğazlar üzerindeki görüşmeler konusunda 2 Temmuz’da „Montrö Konferansı“ başlıklı yazısı ile Pravda gazetesi Moskova’nın görüşünü şöyle belirtiyordu:“Tür teklifinin, kendisiyle dostane münasebetlerde bulunan ve Türkiye’nin menfaatlerini gözeten Sovyet Rusya’nı menfaatlerini gereği kadar gözetmediği aşikârdır.
Şurası da aşikârdır ki, Türkiye’ni bu hareketinde, Sovyet Rusya’ya muhalif bazı cerayanların Türk politikası üzerinde yaptıkları tesirler görülmektedir. Türkiye’nin Montrö konferansında takındığı vaziyetin, her iki memleket arasında uzun müddetten beri mevcut olan münasebetlerden beklenecek kadar Rusya’ya karşı dostane olmadığını teesüfle kaydetmek mecburiyetinde bulunuyoruz.“

Yıllardan beri belki ilk kez, Türkiye’nin tutumu, Sovyetler’in resmi organı ağzıyla „teessüf“’le karşılanıyordu.

Yunus Nadi’nin 10 Temmuz 1936 günlü Cumhuriyet’te çıkan başyazısı, Boğazlar konusunu ele alıyor; yazının bütünü dokunaklı bir meydan okumayı ortaya koyarken, özellikle şu parçası göze çarpıyordu:“Boğazlar meselesinde dostlarımıza açık sözümüz şudur: Türk milletinin, Türk vatanının tam emniyeti tedbirleri- ki bunlar hiçbir dost devleri ve hatta hiçbir
Devleti mutazarrır etmez- hakkıyla tahakkuk ettirilmedikçe, yapılacak herhangi bir rejimin Türk milletince kabule layık görülmeyeceğini şimdiden inanmalıdır.“

Üstünden yarım yüzyıl geçtikten sonra, 11 Mayıs 1986 günü Milliyet gazetesinde okunacağına göre, bu metin düpedüz Atatürk’ündür. Başından sonuna her sözcüğü kendisi Yunus Nadi bey’e yazdırıp, yayınlanmasını onun aracılığı ile sağlamıştır.

[Atatürk’ün can alıcı sorunlarda ülke çıkarına görüşlerini tanınmış kalemlerin imzası altında kamuya sunmakla, göstermeyi yeğlediği taktik inceliği ve gerektiğinde perde arkasında kalmadaki alçak gönüllülüğü, benzersiz kişiliğine özgü niteliklerdendi demek belki aykırı düşmeyecektir.

Hatay davasında da, Vakit gazetesinden (sonraki adıyla Kurun) başyazar Asım Us aracılığıyla aynı yolu izleyecekti.] "

(Blogcunun notu: Sovyetler Birliği'nin, eski Çarlık Rusya'nın uzantısı olan bazı emellerden hâlâ vazgeçemediği böylelikle ortaya çıknış. "Güneydeki sıcak denizlere inme" ve bunun en kestirme yolu olan, "Boğazlar'a hakim olma" sendromu, yeni bir ideolojiye sahip olan Sovyet Rusya'da bile kendisini göstermiş.)

26 Temmuz 2014 Cumartesi

A.B.D.'nin sanayi gücünün askeri üretimi kaydırılması ve müttefikler için doğan umut!

Bugün, Sertel ve diğer gazetecilerin yaptıkları gezinin son kısmına geldik.

Sayfa 242:

"İngiltere’de bir ay kaldıktan sonra uçakla Amerika’ya geçtik. Amerika’da daha yere indiğimiz andan başlayarak bambaşka bir hava ve manzara ile karşılaştık.

Burada savaşın hiçbir izi yoktu. Amerikan milleti hiçbir fedakârlığa katlanmak zorunda kalmamıştı. Hayat normal bir halde olduğu gibi devam ediyordu. İngiltere’deyken sabah kahvaltısında adam başına verilen yağ ancak bir lokma ekmeğe yetecek kadar az ve gülünçtü. Burada ise, önümüze bir paket yağ kondu, bitiremedik. Artan yağ gözümüzün önünde çöpe atılınca, şaşırdık.

Amerika’yı baştanbaşa dolaştık. Amerikalılar bize savaş hazırlıklarını gösterdiler. Bu bakımdan bütün Amerikan sanayisi ve tüm Amerikan kaynakları seferber edilmişti. Tersaneler gezdik. Üç günde 10 bin tonluk bir gemi yapıyorlardı. Amerikan’ın batısında Portland şehrinde yeni kurulmuş bir tersaneyi geziyorduk. Yan yana kurulmuş 12 kızak üzerinde 12 gemi hazırlanıyordu. Kimine henüz başlanmış, kimi yarı yapılmış, kimi bitmek üzereydi. Bizi gezdiren adam bitmek üzere olan gemiyi göstererek: "Bu gemi yarın denize indirilecek." dedi.

Deniz ve gemicilik işlerinden anlayan arkadaşımız ağabeydin Daver (Blogcunun notu: Hitler, emekli general Ali İhsan Sabis’le, emekli general Hüsnü Emin Erkilet’i Doğu cephesine gözlemci olarak davet etti. İki emekli generalin, Führer’in hoşuna gitmek ve Türkiye’de ki yandaşlarına moral vermek için yazdıkları abartılı savaş haberlerine karşı, Hasan İzzettin Dinamo, yeni ses dergisinde bir yergi şiiri yayımladı. “İki emekli general ve bir sivil amirale”. Sivil amiral, emekli generaller çizgisinde ki köşe yazarı Abidin Daver’di. O da diğerleri gibi Hitler’ciydi.) kendini tutamadı. Türkçe, "Atma Recep, din kardeşiyiz!" deyiverdi.

Haklıydı. Çünkü denize indirileceği söylenen geminin daha güvertesi tamamlanmamış, vinçleri yerlerine konmamış, kaptan köprüsü kurulmamıştı. Bu geminin 24 saat içinde tamamlanıp denize indirilmesi, bizim gözümüzle, olanaksızdı. Arkadaşımızın sözlerini İngilizce ye çevirip bizi gezdiren adama söylediler.

Adam gülerek,
-Yarın sabah, saat 10’da bu geminin denize indiriliş törenine davetlisiniz. Geldiğiniz zaman görürsünüz, dedi.

Ertesi sabah gittik. Geminin görünüşü eksiksizdi. Gemiyi denize indirmeden, bizi gemiye aldılar. Kaptanın yazı masasına, masanın üstündeki lambasına, kağıt kalemine kadar her şey tamamdı. Gemi işçileri işlerinin başına geçmişlerdi. Tam saat 10’da gemi törenle denize indirildi. Şaştık, kaldık. İşte yalnız bu tersane 3 günde 1 gemi yapıyordu.

Modern uçak fabrikaları gördük. Seri halinde dev gibi büyük bombardıman uçakları çıkarıyordu. Cip fabrikalarını gezdirdiler. Yalnız bir fabrikada günde üç bin cip yapıyorlardı. Tank fabrikaları seri halinde tank çıkarıyordu.

Amerika işi ciddiye almıştı. O vakit cumhurbaşkanı olan Roosevelt, Almanya’yı yenip nazizm tehlikesini yeryüzünden kaldırmaya azmetmişti. Amerika’nın İngiltere gibi, gizli emeller pesinde koştuğunu gösteren bir belirti de yoktu. (BN: Safça bir yaklaşım!) Bir Amerikan generali bize büyük bombardıman uçaklarını göstererek:”İşte Almanya’nın canına okuyacak uçak budur.” demişti.

Amerika’dan umutlu ve iyimser döndük. Okuyucularımıza, Müttefiklerin savaşı kazanmalarının kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalıştık.

Bu yayın, kamuoyunda büyük tepkiler yaptı. Almanya karşıtlarının umutlarını güçlendirdi. Hatta, hükümetin politikasını bile etkiledi. O zamana kadar kabinede Almanya’dan yana olanlar büyük rol oynuyorlardı. Hatta onların baskısıyla hükümet, tarafsızlık politikasıyla bağdaşmayacak işler bile yapmıştı. Örneğin, Almanya’nın Romanya yoluyla Karadeniz’e indirdiği küçük savaş gemilerini geceleri gizlice Boğazlardan geçirmelerine göz yumulmuştu. Almanya, Afrika’da ki kuvvetleri, hükümetin göz yumma politikası sayesinde beslemeyi ve desteklemeyi başarmıştı. (İtalya gibi bir müttefik dururken, Rommel’e desteğin bu yoldan yapılacağını düşünmek, çok yanlış!)

Evet, kısada olsa, o devri yaşamış ve diğer ülkeleri gezme fırsatı bulmuş, bir gazetecinin elinden 2. Dünya Savaşı izlenimleri!

Umarım ilginizi çekmiştir!

22 Temmuz 2014 Salı

2. Dünya Savaşında Ingiliz propagandası ve savaşa bakışları...

Merhaba!

Zekeriya Sertel'in anıları kaldığımız yerden devam ediyorum:

Sayfa: 230

"Çok geçmedi; biz memlekete döndükten sonra, İkinci Dünya Savaşı başladı. Türkiye’nin, İngiltere ve Fransa ile imzalanmış karşılıklı antlaşmaları vardı. Bu ülkelerin yanında savaşa katılacak mıydı? Herkesin merak ettiği buydu?

Çünkü, Birinci Dünya Savaşının facialarını henüz unutmamış olan Türk halkı, yeni bir savaş felaketine katlanmak istemiyordu. Zaten böyle bir savaşa manen de, maddeten de hazırlanmış değildi.İşte bu hava içinde devlet başımda bulunan İnönü, Türkiye’nin bu savaşta tarafsız kalacağını ilan etti. Fransa ve İngiltere ile imzalanmış olan anlaşmaların Türkiye’ye yüklediği görev, Almanlara bu bölgede yolu kapamak suretiyle yerine getirilecekti. Halk geniş bir nefes almıştı. Biz basın mensupları da hükümetin bu tarafsızlık politikasını alkışladık. Özellikle gazetesinde Türkiye’nin bu emperyalist savaşta yeri olmadığı yolunda uzun boylu yayın yaptık.

Başlangıçta Almanların büyük zaferleri basında ve bu yolla memlekette geniş yankılar uyandırıyordu. Almanya’dan yana olanlar zaten hükümetin tarafsızlık politikasını beğenmiyorlardı. Almanya’dan yana olan gazeteler büyük puntolarla Alman zaferlerini belirtiyor, Türk kamuoyunda Almanlara karşı hayranlık duyguları yaratmaya çalışıyorlardı.

Hele Alman orduları Sovyet topraklarına gelince, faşistler düğün bayram yapmaya başladılar. Nazizmin üstünlüğü, insanlığın yeni ihtiyaçlarına cevap veren tek cereyan olduğu yolunda yazılar görülüyordu. HÜKÜMETTE BU PROPAGANDALAR KARŞISINDA KAYITSIZ KALIYORDU.

İngilizler ve Amerikalılar ile Fransızlar, bu propagandaya kendi örgütleriyle karşı koymaya çalışıyorlardı. Amerikalılar Beyoğlu’nda büyük bir “Haberler Bürosu” açmışlardı. İngiliz elçiliği de bir propaganda bürosu kurmuş, bir de dergi çıkarmaya başlamıştı. Son bir tedbir olarak Türk gazetecilerini kendi memleketlerine davet ettiler.

İNGİLTERE’de

1942 yılının Ağustosunda Ankara ve İstanbul gazetelerini temsil eden bir heyet halinde yola çıktık. Aramızda gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, gazetesi sabihi Ahmet Emin Yalman, gazetesinden Abidin Daver ve Ankara’da gazetesinden Ahmet Şükrü Esmer vardı. Bunların hepsi İngiltere ve Amerika’dan yana idiler.
(Blogcunun notu: Abidin Daver, eski bir emekli amiral olup, Hitler tarafından 2 emekli generalle birlikte, Doğu cephesine davet edilmiştir. Ondan sonra, Nazi Almanyasını destekleyen yazılar yazıp, İzzettin Dinamo’nun ünlü, “İki emekli general ve bir sivil amirale” şiirine konu olmuştur.)

Londra’ya gidebilmek için Suriye ve Kahire yoluyla önce Afrika’ya indik. Sonra Afrika’yı ortasından aşarak Nijerya kıyılarına Lagos’a ulaştık. Oradan Batı Afrika’yı dolaşarak Portekiz’e çıktık. Ancak 15 günde Londra’ya varabildik.

İngiltere’yi sıkı bir harp düzeni içinde bulduk. Londra’nın göbeği, yani en zengin kısmı Alman hava bombardımanlarıyla bir harabeye dönmüştü. Yiyecek, giyecek kıtlaşmıştı. Mılletvekilleri ve Lord’lara varıncaya kadar bütün İngilizlerin üst başları eski püskü idi. Hatta kolları meşin yamalı ceket giymek moda olmuştu. Her şey ye bağlanmıştı. Fakat şu dikkatimizi çekti: Hangi sınıfa mensup olursa olsun, İngilizler bu mahrumiyete seve seve katlanıyorlardı. Bu düzeni kendi kişisel çıkarları yararına bozmak akıllarına bile gelmiyordu. Lordlar bile masraflı malikanelerini kapatarak otellere inmişlerdi. Kadınlar askerlik yapıyorlardı. İki siyasi parti (Muhafazakar ve İşçi Partisi) birleşmiş, ortak bir hükümet kurmuşlardı. Hükümetin başımda Churchill vardı.

Bizlere uçak manevralarını gösterdiler, deniz tezgahlarını ve askeri fabrikalarını gezdirdiler. Alman uçaklarının yıktığı şehirleri gösterdiler. Bütün hazırlık Avrupa’ya batıdan asker çıkararak ikinci bir cephe kurmak içindi. Fakat bir türlü ikinci cepheyi açmaya yanaşmıyorlardı. Bundan dolayı Sovyetler, müttefiklerinin samimiyetinden şüphe etmeye başlamışlardı.

Londra’da, dönemin Dışişleri Bakanı Eden, bizi kabul etti. Bir ara sordum:
-Niye harekete geçip Almanları iki cepheden mengeneye almayı geciktiriyorsunuz?

Eden bu sorudan hoşlanmadı. Gülümseterek,
-Stalingrad savaşının sonucunu bekliyoruz, dedi.

Bu defa da ben güldüm.
-O vakit belki de çok geç kalmış olmayacak mısınız?

Cevap vermedi. Stalingrad savaşı Sovyetlerin yenilgisiyle sona ererse,İngiltere bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Yani hem Almanya yıpranmış olacak, hem de Sovyetler bir daha toparlanamayacaklardı. Mr. Eden’in cevabından bunu çıkarmamak mümkün değildi.

Fakat Stalingrad savaşı, Almanların yenilgisiyle sonuçlandı ve savaşın kaderi belli oldu. Müttefikler ancak ondan sonra artık batıda ikinci cephe açmaktan başka çare kalmadığını gördüler ve Avrupa’nın batı sahillerine asker çıkardılar.
(Blogcunun notu: Stalingrad kuşatması, 2 Şubat 1943 tarihinde sona erdi. Müttefiklerin, Batı sahillerine çıkartma yapmaları ise, 06 Haziran 1944 tarihinde gerçekleşti. İki tarih arasında ki fark, Müttefiklerin hiç de o kadar hızlı hareket etmediklerini gösterir.)

Biz bakanlar tarafından birer birer kabul edildik. İşçi Partisi adına kabine de başbakan yardımcısı olan Sir Staffort Krips, kabinenin en sol, en doğru görüşlü, en kuvvetli üyelerinden biriydi. Bizi kabul ettiği zaman dedi ki:

-Görüyorum ki, içinizde bir Sovyet endişesi var. Sovyetler Birliği’nin, Çarlık Rusyası gibi Türkiye için bir tehlike olduğuna inananlarınız var. Bu düşünce tamamıyla yanlıştır. Sovyetler Birliği’nin Boğazlarda gözü yoktur. Onun bütün isteği, Boğazların güçlü bir Türkiye’nin elinde bulunmasıdır. Hatta bu amaçla, Boğazların hinterlandının, etrafında ki toprakların genişletilmesi ve Türk – Yunan sınırının biraz daha ileriye atılması tezini savunmaktadır. Bunu bir DÜŞÜNCE olarak DEĞİL, BİLGİME DAYANARAK söylüyorum. (Blogcunun notu: Maalesef bilgisi (!) yanlışmış! Ya da Stalin, zafer sarhoşluğu içerisinde fikrini değiştirdi!)

İngiliz Bakanının bu sözleri, o zamana kadar kararsızlık içinde olan arkadaşlardan bazılarını düşündürdü, Sovyetlere sevgi duymayan bazılarını da hayal kırıklığına uğrattı. Fakat kimse, bu sözlere itiraz edemedi.

İngiltere’den müttefikler arasında (Blogcunun notu: Bunun, sadece İngiltere’ye yapılan bir ziyaret olduğu göz önüne alınırsa, o an çoğul konuşmak için Amerikan yaklaşımı hakkında ki bilgiler eksik!) Sovyetlere karşı beslenen gizli maksatları öğrenmiş olarak ayrıldık. Ama savaşın sonucu konusunda artık umutluyduk. (Blogcunun notu: Neye dayanarak? İngiltere'nin ne asker sayısı, ne de üretimi Almanlara karşı koyacak bir düzeyde değildi!)

Devamı var...

16 Temmuz 2014 Çarşamba

2. Dünya Savaşı'nda Türkiye!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, "Politikada 45 yıl" isimli kitabından alıntılar yapmaya devam...
Bugün, aynı dönemin bizi daha çok ilgilendireceğini düşündüğüm, başka bir kısmına ait alıntılar yapıyorum.

2. Dünya Savaşı'nda ülkemizdeki bir takım gelişmeler hakkında Yakup Kadri'nin anıları:

Sayfa: 153

"Yıl 1939’du.

Ikinci Dünya Savaşı patlamak üzereydi.

Ismet Paşa, Ingiltere ve Fransa ile ittifak akdettiğimiz günden beri, artık kıtalar arası bir siyaset gütmesi gereken bir devletin başkanı idi.

Bunun için, her zamandan ziyade o günlerde iç politika dırdırlarından sıyrılmaya, tam manasıyla milli birliğe dayanmaya ihtiyacı vardı."

Sayfa 159

"Yeni Cumhurbaşkanı çevresinde, her gün, her vesileyle, Atatürk adının dilden düşürülmemesi pek hoş karşılanmıyordu.

Atatürk, Atatürk, Atatürk..

Bu ad, Ismet Paşa’nın kulaklarında ne zamana kadar bir ‚Yat! Kalk!’ borusunun sesi gibi aksedip duracaktı? Evet, Atatürk, sanki hala ona kumanda ediyor gibiydi.

Hele, harp tehlikesinin –Fransa yenildikten sonra- bize daha da yaklaştığı kuşkusuna kapılan halkın gözü onu artık hiç görmez olmuş, Atatürk’ ün manevi şahsiyetına başvurup 'Ah, Atatürk neredesin?' diye sızlanan vatandaşların sayısı günden güne artmaya başlamıştı.

Aydınlar ve politikacılar çevresinde ise, Ingiltere ve Fransa ile yaptığımız üçlü Paktın aleyhinde bulunanların ve bununla başımızı belaya soktuğumuz kanaatini taşıyanların bozguncu sesleri, alarm verici yazıları bütün amme efkarımızı (blogcunun notu: toplumun genelinde) kavramış bulunuyordu.

Bunu da garipsememek lazım gelirdi.

Zira, gazetelerimizin hemen hepsi Alman Harp Bildirilerini manşetler altında yayınlamakta adeta birbirleriyle yarışa girmis gibiydiler.

Hele Istanbul’da çıkan yüksek tirajli iki gazetede 'Harekati Harbiye' yorumculuğunu yapan iki emekli Türk generalinin, bir takım teknik ve stratejik görüşlere dayanarak Hitler ordularının 'nihai' zaferi kazanmak üzere olduğunu kesin bir kanaat halinde belirten yazıları, en parlak kurmay subaylarımızın bile kafalarını bulandıracak bir mahiyet taşımakta idi.

Hele Alman orduları sınırlarımıza kadar gelip dayandığı ve bu sınırları yalayarak Rusya’nin üstüne abandığı vakit, memleketteki hava, onu bunaltacak kadar ağırlaşmış olsa gerekti.
„Ismet Paşa, Türkiye’nin kaderini Batı demokrasilerinin kaderine bağlayarak büyük bir hata işlemiştir.“

„Iste şimdi işin içinden nasıl çıkılacağını bilemiyor.“; „Almanya ile neden bir uzlaşma yolu aramıyor?“
mırıltıları bilgili ve bilgisiz hemen herkesin ağzında dolasmakta idi.

Almanya büyükelcisi von Papen bu durumdan faydalamasını çok iyi bildi.

Hitler’den Ismet Paşa’ya getirdiği, dostluk mesajlarıyla, bir Türkiye-Almanya Saldırmazlık Antlaşmasına yol açmakta gecikmedi ve bu antlaşmanın imzalanmasından sonra, Ankara’nin en popüler yabancı temsilcilerinden biri oldu.

Onun tarafından davet edilmek, bir çok diplomat, politikacı ve basın adamı için adeta bir şeref nedeni olmustu.
Almanya’nın, Sovyet Rusya’ya saldırmasından sonra da, bizim bir Alman saldırısına uğrama ihtimalimiz ortadan kalktığı için, bir genel rahatlama söz konusu olmasına rağmen; Ismet Paşa’nın güttügü, Ingiliz dostluğu politikası yine de büyük bir çoğunluğun yüreğinde kuşkular uyandırmaktaydı.

Bence, (Karaosmanoğlu) bunun birinci sebebi, Paşanın bu politikasını millete benimsetememek ve halkın genel izleniminin, ağırlıklı olarak Alman taraftarlarından oluşan bir basın tarafından yönlendirilmesiydi.

Etrafı çepeçevre ateşle çevrilmiş Türkiye gibi bir ülkede bu çok tehlikeli bir durumdu. Daha da ilginci, o zamanlar, bir „Milli şef“ rejimine ve ağır bir basın kanununa sahip olmamıza rağmen, „dış politika“ ile ilgili konularda yazılan yazılar değil, „iç politika“ haberleri gazetelerin kapanmasına neden oluyordu."

Bol bloglu günler!