Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

Zekeriya Sertel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zekeriya Sertel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2014 Cumartesi

A.B.D.'nin sanayi gücünün askeri üretimi kaydırılması ve müttefikler için doğan umut!

Bugün, Sertel ve diğer gazetecilerin yaptıkları gezinin son kısmına geldik.

Sayfa 242:

"İngiltere’de bir ay kaldıktan sonra uçakla Amerika’ya geçtik. Amerika’da daha yere indiğimiz andan başlayarak bambaşka bir hava ve manzara ile karşılaştık.

Burada savaşın hiçbir izi yoktu. Amerikan milleti hiçbir fedakârlığa katlanmak zorunda kalmamıştı. Hayat normal bir halde olduğu gibi devam ediyordu. İngiltere’deyken sabah kahvaltısında adam başına verilen yağ ancak bir lokma ekmeğe yetecek kadar az ve gülünçtü. Burada ise, önümüze bir paket yağ kondu, bitiremedik. Artan yağ gözümüzün önünde çöpe atılınca, şaşırdık.

Amerika’yı baştanbaşa dolaştık. Amerikalılar bize savaş hazırlıklarını gösterdiler. Bu bakımdan bütün Amerikan sanayisi ve tüm Amerikan kaynakları seferber edilmişti. Tersaneler gezdik. Üç günde 10 bin tonluk bir gemi yapıyorlardı. Amerikan’ın batısında Portland şehrinde yeni kurulmuş bir tersaneyi geziyorduk. Yan yana kurulmuş 12 kızak üzerinde 12 gemi hazırlanıyordu. Kimine henüz başlanmış, kimi yarı yapılmış, kimi bitmek üzereydi. Bizi gezdiren adam bitmek üzere olan gemiyi göstererek: "Bu gemi yarın denize indirilecek." dedi.

Deniz ve gemicilik işlerinden anlayan arkadaşımız ağabeydin Daver (Blogcunun notu: Hitler, emekli general Ali İhsan Sabis’le, emekli general Hüsnü Emin Erkilet’i Doğu cephesine gözlemci olarak davet etti. İki emekli generalin, Führer’in hoşuna gitmek ve Türkiye’de ki yandaşlarına moral vermek için yazdıkları abartılı savaş haberlerine karşı, Hasan İzzettin Dinamo, yeni ses dergisinde bir yergi şiiri yayımladı. “İki emekli general ve bir sivil amirale”. Sivil amiral, emekli generaller çizgisinde ki köşe yazarı Abidin Daver’di. O da diğerleri gibi Hitler’ciydi.) kendini tutamadı. Türkçe, "Atma Recep, din kardeşiyiz!" deyiverdi.

Haklıydı. Çünkü denize indirileceği söylenen geminin daha güvertesi tamamlanmamış, vinçleri yerlerine konmamış, kaptan köprüsü kurulmamıştı. Bu geminin 24 saat içinde tamamlanıp denize indirilmesi, bizim gözümüzle, olanaksızdı. Arkadaşımızın sözlerini İngilizce ye çevirip bizi gezdiren adama söylediler.

Adam gülerek,
-Yarın sabah, saat 10’da bu geminin denize indiriliş törenine davetlisiniz. Geldiğiniz zaman görürsünüz, dedi.

Ertesi sabah gittik. Geminin görünüşü eksiksizdi. Gemiyi denize indirmeden, bizi gemiye aldılar. Kaptanın yazı masasına, masanın üstündeki lambasına, kağıt kalemine kadar her şey tamamdı. Gemi işçileri işlerinin başına geçmişlerdi. Tam saat 10’da gemi törenle denize indirildi. Şaştık, kaldık. İşte yalnız bu tersane 3 günde 1 gemi yapıyordu.

Modern uçak fabrikaları gördük. Seri halinde dev gibi büyük bombardıman uçakları çıkarıyordu. Cip fabrikalarını gezdirdiler. Yalnız bir fabrikada günde üç bin cip yapıyorlardı. Tank fabrikaları seri halinde tank çıkarıyordu.

Amerika işi ciddiye almıştı. O vakit cumhurbaşkanı olan Roosevelt, Almanya’yı yenip nazizm tehlikesini yeryüzünden kaldırmaya azmetmişti. Amerika’nın İngiltere gibi, gizli emeller pesinde koştuğunu gösteren bir belirti de yoktu. (BN: Safça bir yaklaşım!) Bir Amerikan generali bize büyük bombardıman uçaklarını göstererek:”İşte Almanya’nın canına okuyacak uçak budur.” demişti.

Amerika’dan umutlu ve iyimser döndük. Okuyucularımıza, Müttefiklerin savaşı kazanmalarının kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalıştık.

Bu yayın, kamuoyunda büyük tepkiler yaptı. Almanya karşıtlarının umutlarını güçlendirdi. Hatta, hükümetin politikasını bile etkiledi. O zamana kadar kabinede Almanya’dan yana olanlar büyük rol oynuyorlardı. Hatta onların baskısıyla hükümet, tarafsızlık politikasıyla bağdaşmayacak işler bile yapmıştı. Örneğin, Almanya’nın Romanya yoluyla Karadeniz’e indirdiği küçük savaş gemilerini geceleri gizlice Boğazlardan geçirmelerine göz yumulmuştu. Almanya, Afrika’da ki kuvvetleri, hükümetin göz yumma politikası sayesinde beslemeyi ve desteklemeyi başarmıştı. (İtalya gibi bir müttefik dururken, Rommel’e desteğin bu yoldan yapılacağını düşünmek, çok yanlış!)

Evet, kısada olsa, o devri yaşamış ve diğer ülkeleri gezme fırsatı bulmuş, bir gazetecinin elinden 2. Dünya Savaşı izlenimleri!

Umarım ilginizi çekmiştir!

22 Temmuz 2014 Salı

2. Dünya Savaşında Ingiliz propagandası ve savaşa bakışları...

Merhaba!

Zekeriya Sertel'in anıları kaldığımız yerden devam ediyorum:

Sayfa: 230

"Çok geçmedi; biz memlekete döndükten sonra, İkinci Dünya Savaşı başladı. Türkiye’nin, İngiltere ve Fransa ile imzalanmış karşılıklı antlaşmaları vardı. Bu ülkelerin yanında savaşa katılacak mıydı? Herkesin merak ettiği buydu?

Çünkü, Birinci Dünya Savaşının facialarını henüz unutmamış olan Türk halkı, yeni bir savaş felaketine katlanmak istemiyordu. Zaten böyle bir savaşa manen de, maddeten de hazırlanmış değildi.İşte bu hava içinde devlet başımda bulunan İnönü, Türkiye’nin bu savaşta tarafsız kalacağını ilan etti. Fransa ve İngiltere ile imzalanmış olan anlaşmaların Türkiye’ye yüklediği görev, Almanlara bu bölgede yolu kapamak suretiyle yerine getirilecekti. Halk geniş bir nefes almıştı. Biz basın mensupları da hükümetin bu tarafsızlık politikasını alkışladık. Özellikle gazetesinde Türkiye’nin bu emperyalist savaşta yeri olmadığı yolunda uzun boylu yayın yaptık.

Başlangıçta Almanların büyük zaferleri basında ve bu yolla memlekette geniş yankılar uyandırıyordu. Almanya’dan yana olanlar zaten hükümetin tarafsızlık politikasını beğenmiyorlardı. Almanya’dan yana olan gazeteler büyük puntolarla Alman zaferlerini belirtiyor, Türk kamuoyunda Almanlara karşı hayranlık duyguları yaratmaya çalışıyorlardı.

Hele Alman orduları Sovyet topraklarına gelince, faşistler düğün bayram yapmaya başladılar. Nazizmin üstünlüğü, insanlığın yeni ihtiyaçlarına cevap veren tek cereyan olduğu yolunda yazılar görülüyordu. HÜKÜMETTE BU PROPAGANDALAR KARŞISINDA KAYITSIZ KALIYORDU.

İngilizler ve Amerikalılar ile Fransızlar, bu propagandaya kendi örgütleriyle karşı koymaya çalışıyorlardı. Amerikalılar Beyoğlu’nda büyük bir “Haberler Bürosu” açmışlardı. İngiliz elçiliği de bir propaganda bürosu kurmuş, bir de dergi çıkarmaya başlamıştı. Son bir tedbir olarak Türk gazetecilerini kendi memleketlerine davet ettiler.

İNGİLTERE’de

1942 yılının Ağustosunda Ankara ve İstanbul gazetelerini temsil eden bir heyet halinde yola çıktık. Aramızda gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, gazetesi sabihi Ahmet Emin Yalman, gazetesinden Abidin Daver ve Ankara’da gazetesinden Ahmet Şükrü Esmer vardı. Bunların hepsi İngiltere ve Amerika’dan yana idiler.
(Blogcunun notu: Abidin Daver, eski bir emekli amiral olup, Hitler tarafından 2 emekli generalle birlikte, Doğu cephesine davet edilmiştir. Ondan sonra, Nazi Almanyasını destekleyen yazılar yazıp, İzzettin Dinamo’nun ünlü, “İki emekli general ve bir sivil amirale” şiirine konu olmuştur.)

Londra’ya gidebilmek için Suriye ve Kahire yoluyla önce Afrika’ya indik. Sonra Afrika’yı ortasından aşarak Nijerya kıyılarına Lagos’a ulaştık. Oradan Batı Afrika’yı dolaşarak Portekiz’e çıktık. Ancak 15 günde Londra’ya varabildik.

İngiltere’yi sıkı bir harp düzeni içinde bulduk. Londra’nın göbeği, yani en zengin kısmı Alman hava bombardımanlarıyla bir harabeye dönmüştü. Yiyecek, giyecek kıtlaşmıştı. Mılletvekilleri ve Lord’lara varıncaya kadar bütün İngilizlerin üst başları eski püskü idi. Hatta kolları meşin yamalı ceket giymek moda olmuştu. Her şey ye bağlanmıştı. Fakat şu dikkatimizi çekti: Hangi sınıfa mensup olursa olsun, İngilizler bu mahrumiyete seve seve katlanıyorlardı. Bu düzeni kendi kişisel çıkarları yararına bozmak akıllarına bile gelmiyordu. Lordlar bile masraflı malikanelerini kapatarak otellere inmişlerdi. Kadınlar askerlik yapıyorlardı. İki siyasi parti (Muhafazakar ve İşçi Partisi) birleşmiş, ortak bir hükümet kurmuşlardı. Hükümetin başımda Churchill vardı.

Bizlere uçak manevralarını gösterdiler, deniz tezgahlarını ve askeri fabrikalarını gezdirdiler. Alman uçaklarının yıktığı şehirleri gösterdiler. Bütün hazırlık Avrupa’ya batıdan asker çıkararak ikinci bir cephe kurmak içindi. Fakat bir türlü ikinci cepheyi açmaya yanaşmıyorlardı. Bundan dolayı Sovyetler, müttefiklerinin samimiyetinden şüphe etmeye başlamışlardı.

Londra’da, dönemin Dışişleri Bakanı Eden, bizi kabul etti. Bir ara sordum:
-Niye harekete geçip Almanları iki cepheden mengeneye almayı geciktiriyorsunuz?

Eden bu sorudan hoşlanmadı. Gülümseterek,
-Stalingrad savaşının sonucunu bekliyoruz, dedi.

Bu defa da ben güldüm.
-O vakit belki de çok geç kalmış olmayacak mısınız?

Cevap vermedi. Stalingrad savaşı Sovyetlerin yenilgisiyle sona ererse,İngiltere bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Yani hem Almanya yıpranmış olacak, hem de Sovyetler bir daha toparlanamayacaklardı. Mr. Eden’in cevabından bunu çıkarmamak mümkün değildi.

Fakat Stalingrad savaşı, Almanların yenilgisiyle sonuçlandı ve savaşın kaderi belli oldu. Müttefikler ancak ondan sonra artık batıda ikinci cephe açmaktan başka çare kalmadığını gördüler ve Avrupa’nın batı sahillerine asker çıkardılar.
(Blogcunun notu: Stalingrad kuşatması, 2 Şubat 1943 tarihinde sona erdi. Müttefiklerin, Batı sahillerine çıkartma yapmaları ise, 06 Haziran 1944 tarihinde gerçekleşti. İki tarih arasında ki fark, Müttefiklerin hiç de o kadar hızlı hareket etmediklerini gösterir.)

Biz bakanlar tarafından birer birer kabul edildik. İşçi Partisi adına kabine de başbakan yardımcısı olan Sir Staffort Krips, kabinenin en sol, en doğru görüşlü, en kuvvetli üyelerinden biriydi. Bizi kabul ettiği zaman dedi ki:

-Görüyorum ki, içinizde bir Sovyet endişesi var. Sovyetler Birliği’nin, Çarlık Rusyası gibi Türkiye için bir tehlike olduğuna inananlarınız var. Bu düşünce tamamıyla yanlıştır. Sovyetler Birliği’nin Boğazlarda gözü yoktur. Onun bütün isteği, Boğazların güçlü bir Türkiye’nin elinde bulunmasıdır. Hatta bu amaçla, Boğazların hinterlandının, etrafında ki toprakların genişletilmesi ve Türk – Yunan sınırının biraz daha ileriye atılması tezini savunmaktadır. Bunu bir DÜŞÜNCE olarak DEĞİL, BİLGİME DAYANARAK söylüyorum. (Blogcunun notu: Maalesef bilgisi (!) yanlışmış! Ya da Stalin, zafer sarhoşluğu içerisinde fikrini değiştirdi!)

İngiliz Bakanının bu sözleri, o zamana kadar kararsızlık içinde olan arkadaşlardan bazılarını düşündürdü, Sovyetlere sevgi duymayan bazılarını da hayal kırıklığına uğrattı. Fakat kimse, bu sözlere itiraz edemedi.

İngiltere’den müttefikler arasında (Blogcunun notu: Bunun, sadece İngiltere’ye yapılan bir ziyaret olduğu göz önüne alınırsa, o an çoğul konuşmak için Amerikan yaklaşımı hakkında ki bilgiler eksik!) Sovyetlere karşı beslenen gizli maksatları öğrenmiş olarak ayrıldık. Ama savaşın sonucu konusunda artık umutluyduk. (Blogcunun notu: Neye dayanarak? İngiltere'nin ne asker sayısı, ne de üretimi Almanlara karşı koyacak bir düzeyde değildi!)

Devamı var...

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Majino Hattı ve 2. Dünya Savaşında Fransız stratejisi!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun hatıralarından sonra, 2. Dünya Savaşı döneminde yaşamış ve gezmiş diğer Türk yazar ve gazetecilerin kitaplarını ararken, aşağıda kitaba rastladım:

Zekeriya Sertel'in yazdığı "Hatırladıklarım (1905 – 1950)" isimli anı kitabı, Yaylacık matbaası tarafından 1968 yılında basılmış. 310 sayfalık kitabın satış fiyatı 12,5 TL imiş.

Zekeriya Sertel’in hatırladıklarından sayfa 225’den itibaren:
“Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra en çok merak edilen şey, dış politikanın alacağı yeni yöndü.
İkinci Dünya Savaşının arifesinde bulunuyorduk. Yabancı devletlerin Türkiye’deki propaganda faaliyetleri de bir kat daha artmıştı. Alman propagandası etkisiz kalmıyordu.
ALMAN TERBİYESİ GÖRMÜŞ BAZI SUBAYLAR Almanya’ya karşı bir sevgi duyuyorlardı.
ALMANYA’DA YETİŞMİŞ GENÇLERİN BİR ÇOĞU Hitler’e hayrandı.
Almanya, Atatürk’ün ölümünden sonra von Papen’i Türkiye’ye sefir göndermişti.
Atatürk von Papen’i sevmezdi ve o sağ kaldıkça bu Alman casusu Türkiye’ye ayak basamamıştı.Onun Türkiye’ye gelmesi iyi bir belirti değildi. Zaten hükümet içinde Sovyet düşmanı olanlar artık kendilerini saklamıyorlardı. Bunların içinde o vaktin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu başta geliyordu. (Saraçoğlu’nun yaklaşık 4 yıl süren Başbakanlığı esnasında, bilhassa Alman gemilerinin Boğazlar’ dan geçirilmesi ile ilgili başka anılara daha sonra değineceğiz.) O sıralarda Saraçoğlu Stalin’le görüşmek üzere Moskova’ya gitmişti. Fakat aksi tesadüf Almanya’nın Dışişleri Bakanı von Ribbentrop da o sırada Moskova’da bulunuyordu. Onun yüzüne bakan olmamıştı. Bu nedenle memlekete kızgın dönmüştü. Artık açıktan açığa Sovyetler aleyhinde konuşmaktan çekinmiyordu.
İngilizler ve Fransızlarda boş durmuyorlardı.Onlarda bir yandan hükümeti, bir yandan da basın yoluyla Türk kamuoyunu kazanmaya çalışıyorlardı.Bu amaçla, 1939’da Fransa, bazı Türk gazetecilerini Paris’e davet etti. Gidenler arasında ben de vardım. Heyetin öteki üyeleri “Ulus” gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay, “Akşam” gazetesi başyazarı Necmettin Sadık, “Tanin” gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit’ti. Aramızda bir de hükümeti temsil eden topçu komutanı General Pertev bulunuyordu.
Fransızlar bize savaş hazırlıklarını gösterdiler. Fabrikaları gösterdiler. Anaçları, bizde Fransa’nın kuvvetli olduğu inancını uyandırmak ve bunu kamuoyuna bildirmemizi sağlamaktı.
(Blogcunun notu: Halbuki, Alman Genelkurmayı, bazı Fransız subaylarının yazdığı kitaplar sayesinde, en azından Fransız Genelkurmayının “genel savaş stratejisi” hakkında yeterli bilgiye sahiptiler.)
O vakit Fransızlar 'Majino Hattı' denilen savunma hattına büyük önem verirlerdi.Almanların bu hattı yarıp geçemeyeceklerine inanmışlardı. Aynı güveni bize de vermek istediler. Bu amaçla, bizi 'Majino Hattı'na götürdüler.
Bu savunma hattı, sınır boyunca baştanbaşa dağlar içine oyulmuş istihkamlardan ibaretti. Biz bu istihkamlardan birine gittik.Büyük bir dağın eteğinde otomobillerden indik. Ray üzerinde işleyen küçük vagonetlere bindik. Dağın içine giden bir tünele girdik. Hayli gittikten sonra tam dağın üzerinde yere indik. Orada bir 'lift'e bindik. Dağın içinden yükselerek tepesine çıktık. Burada düşmanın göremeyeceği biçimde bir küçük yapıya girdik.Yapının içinde çeşitli savunma tesisleri kurulmuştu. Geniş bir sahayı gözaltında bulunduruyordu. Düşmanın görünmeden bu bölgeye girmesine imkan yoktu. Çeşitli yerlerde kurulan gözetleme merkezlerinden düşmanın hareleti hakkında dakikası dakikasına haberler geliyordu. Bu haberler duvarlarda elektrikli lambalarla komutanlık odasına veriliyordu.Komutan bu bilgiye göre, düşmanı top ateşine tutacaktı.Bu tesisler gerçekten insana güven veriyordu. Almanlar bu hattı yaramazlardı.
Fransız komutanı General Pertev’e bir deneme yapılmasını isteyip istemediğini sordu.Türk generali zaten gördüklerinden şaşkınlık içindeydi. Hemen tatbikata geçilmesini rica etti. Komutan emir verdi, bütün aletler işlemeye başladı. Duvarda lambalar yanıp sönüyordu. Gözetleme merkezlerinden haberler geliyordu. Bu hazırlık iki dakika sürdü ve ateş emri verildi. General Pertev hayretler içindeydi.
Fransız komutanına dönerek,
-Nereye ateş ediyorsunuz? Düşman nerede? diye sordu.
Fransız komutanı bizim generalin bilgisizliği karşısında gülümsedi ve 'Efendim, tabloyu gördünüz. Gözetleme merkezinden aldığımız haberlerle biz düşmanın nerede olduğunu biliyoruz.Onu gözle görmeye gerek var mı?' dedi.
Bizim topçu komutanı utandı mı, bilmiyorum. Fakat biz, birbirimize utanarak baktık.

Fakat, savaş Fransızların yanlış hesaplara dayandıklarını, bir gaflet uykusuna daldıklarını göstermişti. Çünkü savaş başlayınca, Almanlar, bu hattı yarmaya lüzum bile görmemiş, Belçika üzerinden bir hafta içinde Fransa’ya girerek 'Majino Hattı'nı arkadan çevirivermişlerdi.

(Blogcunun Notu: Alman Genelkurmayı, Fransız generali Chauvineau tarafından yazılan “L’invasion est elle Encore Possible?” (İşgal hâlâ mümkün mü?) isimli kitabın içeriğinden, Fransızların istihkâmlarının aşılmaz olduğuna inandıkları için, bir savunma savaşı ile yetineceklerini anladılar.

Kitabın bir bölümünde, general: “Almanların Fransa’ya girebilmeleri için geçmek zorunda kalacakları 250 millik hat boyunca, 3 milyon adam ve gerekli makineli tüfek ve pil kutuları yerleştirmekle, 3 yıl süreyle bu hattı korumuş olacağız.” diyordu. Birinci Dünya Savaşının en kanlı muharebelerinden biri olan Verdun’de Fransız savunma stratejisini belirleyen ve Majino Hattının yapılmasına ön ayak olan 3 generalden birisi olan Mareşal Petain, hâlâ, tel örgüleri ve makineli tüfekleri, modern orduları durdurmak için yeterli bulmaktaydı.

Alman genelkurmayı, yukarıda sözü edilen kitaba bir de Önsöz yazan Petain’in yaklaşımlarından, Fransız ordu birliklerinin modern harekat yöntemiyle (tank, zırhlı araçlara bindirilmiş piyade ve uçak kombinasyonu) yarıp geçme konusunda hiçbir şey bilmediklerini anladılar.)
Devamı var...