Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

Pasifik cephesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pasifik cephesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Günün kitabı: Mac Arthur / Kastaş Yayınları - Bölüm 2!

"Günün kitabı" başlığı altında yayınladığımız yazılara bugün, üyelerimizden Ahmet beyin Kastaş yayınlarından çıkmış olan "Mac Arthur" kitabı hakkında ki tanıtımının 2. bölümünü ekliyorum.
"Sydney L Mayer’in 2002 yılında Kastaş Yayınlarında çıkan Mac Arthur hakkındaki kitabı, Amerikan tarihinin bu karizmatik ve çok popüler Generali hakkında yazılmış orta hacimli bir eser. 1935 yılında 55 yaşında iken emekli olur ve yeni kurulmakta olan Filipinler Ordusunun başına Mareşal rütbesi ile geçer. Böylece Amerikan tarihindeki tek (Amerikan Ordusunun değil Filipinler Ordusunun Mareşalidir.) yabancı bir ordu tarafından verilmiş olsa da Mareşal unvanı taşıyan General olur. 1941 yılında Japonların Pearl Harbour Baskını sonrası Filipinlere de saldırması ile birlikte Mac Arthur’un kariyerindeki en zorlu süreç başlar. Kitap burada Mac Arthur’un 1935 ile 1941 yılları arasında Filipinler Ordusunu ve Filipinler Adalarının savunulması için gerçekte hiçbir şey yapmadığını idda eder. Mac Arthur’un para sıkıntısının ardına sığındığını belirtir ki bu konunun Grup içerisinde bir alt başlık olarak tartışılması taraftarı olduğumu da ifade edeyim.
1942’de Filipinler Adasından ayrılan Mac Arthur, Güneybatı Pasifik Müttefik Kuvvetleri Baş komutanı olur. Orta, Güney ve Kuzey Pasifik Cephesi ise ABD Donanmasından Amiral Nimitz’e tevdi edilir. Kitap burada Her iki cephe komutanı arasında, Mac Arthur ve Nimitz kastediliyor, rekabet yaratılarak Japonya’ya karşı yürütülen savaşın daha bir erken tarihte sonuçlandırılmak istenmesi gerçeğinin de altını çizer. Yazar, Mac Arthur’un Filipinlerin işgaline kadar, Japonların güçlü olduğu adalar guruplarına saldırılmadan bunların atlanması ve daha zayıf adaların ele geçirilerek hava alanı – donanma üssü inşa ederek atlanan kuvvetli Japon üslerinin kademe kademe imkansızlık içinde bırakılarak tecrit edilmesine yönelik savaş stratejisini haklı buluyor. Filipinlerin işgalini ise verilen büyük can kayıpları ve bu ada gurubunun Japonya’ya olan uzaklığı nedeni ile sadece Mac Arthur’un 1941 yılında bu adaları terk etmesinin onun üzerinde yarattığı yenilmişlik hissini (egosunu diyelim) tatmin için yaptığını idda eder. Burada da grup içinde ikinci bir tartışma konusu açılabilir düşüncesindeyim. Çünkü, Leyte Körfezi ve Filipinler Deniz Savaşları olmazsa Japon İmparatorluk Donanması ve Deniz Hava Gücünün ezilip ezilemeyeceği tartışılabilir kanaatimce.

Kitabın son bölümü 1945’e gelindiğinde Mac Arthur ve diğer sınıflardan General ve Amirallerin giderek tonu artan bir şekilde Washington’’u Japonya’ya karşı yapılacak bir istilanın muazzam insan ve malzeme kaybı ile ancak kazanılabileceği uyarılarının, yeni Başkan Truman’ın Japonya’ya karşı Atom Bombası kullanılması fikrini daha fazla içselleştirmesinde rol oynadığını savlar. Ardından Mac Arthur’un biyografisi, Japonya’da yaptığı Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı görevine ve Kore Savaşındaki Komutanlığına bu savaş esnasında Başkan Truman tarafından görevden alınmasına değinmeden sonlanır.

 Kitabın çevirisine gelirsek, çeviri dili biraz sorunlu. Ayrıca dizgi esnasında bir çok kelime hatalı ve/veya yanlış dizilmiş. Bunlar eksiler. Artı olan ise KASTAŞ Yayınlarının, Ülkemizdeki Savaş Tarihi Disiplinine fedakarca yaptığı ESER Kazandırma katkısıdır ki işte bu PARA ile ölçülemez."
İlgilenen tüm arkadaşlar adına, verdiği emek için kendisine tekrardan teşekkür ediyorum.

18 Ağustos 2017 Cuma

Günün kitabı: Mac Arthur / Kastaş Yayınları

"Günün kitabı" başlığı altında yayınladığımız yazılara bugün, üyelerimizden Ahmet beyin Kastaş yayınlarından çıkmış olan "Mac Arthur" kitabı hakkında ki tanıtımını 2 bölüm halinde ekliyorum.
"Sydney L Mayer’in 2002 yılında Kastaş Yayınlarında çıkan Mac Arthur hakkındaki kitabı, Amerikan tarihinin bu karizmatik ve çok popüler Generali hakkında yazılmış orta hacimli bir eser.
Amerikan Kara Kuvvetlerinde Korgeneral rütbesine kadar görev yapmış olan Babası Arthur Mac Arthur’un gölgesinde kalamayacak kadar karizmatik ve “özgüven” dolu oğlu olan Douglas Mac Arthur 1880 yılında doğdu. 1889’da meşhur West Point’e birincilikle girdi. Burada bir ara vererek Mac Arthur’un öğrencilik yıllarında West Point’i ziyaret eden W.Churchill’in bu okul hakkındaki bir gözlemini de bu satırlara ekleyelim. Kardeşine gönderdiği mektupta Churchill, West Point’te aşırı bir disiplin uygulandığını bu kadar sert bir disiplinin kişiyi ne iyi bir vatandaş ne de iyi bir asker olamayacak kadar ezeceğine inandığını yazmış.1903’te İstihkam sınıfından bir Teğmen olarak Filipinlere gitti. 1905 yılında ise Rus – Japon Savaşını izlemek üzere Babasının Emir Subayı olarak Japonya’ya gitti.
İzninizle yine burada bir ara verelim. 1905 Rus – Japon Savaşına, Alman İmparatorluğu (II.Reich) tarafından gönderilen genç bir subaydan söz edelim. Max Hoffmann. Sir Liddel Hart’ın 1.Dünya Savaşı hakkındaki kitabında Rusya’da gözlemci olarak bulunan Max Hoffmann’ın, Mukden Tren İstasyonunda Çarlık Rusya’nın Generallerinden olan Alexander Samsonov ve Paul von Rennenkampf’ın kavgasına şahitlik ettiğini yazar. 1914 yılında 1.Dünya Savaşının ilk günlerinde Almanlar, Rus 2. Ordusunun ki komutanı A.Samsonov’du, Doğu Prusyada ileri harekata başladığını gördüklerinde Alman Komutan M. Von Prittwitz, Doğu Prusya’yı boşaltma kararı alır. İşte tam da burada Max Hoffmann isimli delişmen Subayımız devreye girer. 1905’te şahit olduğu Samsonov ile Rennenkampf arasındaki kavgadan hareketle Rennenkampf’ın 1.Ordusunun, Samsonov’un 2. Ordusunu desteklemeyeceğini düşünür ve nitekim her iki Çarlık Generalinin harekatlarının da birbirinden kopuk seyrettiğini fark eder. Önce Samsonov ve ordusunun ezilmesini önceleyen bir plan hazırlar. Doğu Prusya’yı bırakmak istemeyen Kayzer mevcut komutan M. Von Prittwitz’i azil ederek yerine Hindenburg – Ludendorff ikilisini atar. Sonuç; Tannenberg ve 1.Mazurya Gölleri zaferleridir.
1908 yılında İstihkam tatbikat okulundan mezun olan D. Mac Arthur aynı yıl Başkan Theodore Roosevelt’in yaverliğine atanır. 1911 – 1913 yılları arasında Amerikan – Meksika Sınır Savaşlarında görev yapar. 1917 yılında ABD’nin 1.Dünya Savaşına katılması ile birlikte Avrupa’ya gönderilen ilk Amerikan Tümenlerinden olan 42. (Gökkuşağı) Tümende Kurmay Albay olarak yer alır. Bu savaşlarda Amerikan, Kızılderili çatışmalarında kullanılan taktikleri kullanarak tahkimli Alman Mevzilerinin aşılmasında önemli bir rol oynar. Tabii bu arada bol da madalya alır ve Tuğgeneral olur.
1.Dünya Savaşı Sonrası, sırası ile West Point Komutanlığı, Filipinlerdeki Manila Bölge Komutanlığı ve 1930 – 1935 yıllarında Amerikan Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapar. ABD KKK yaptığı dönemde Büyük Buhranın etkisi altındaki Amerika’da Orduya ayrılacak çok az para olması nedeni ile görev süresi Orduya fon sağlama kavgaları ile geçer. Mac Arthur, elindeki kısıstlı imkanlarla kısa süre sonra modası geçecek silahlara yatırım yapmak yerine, yeni araçlar için pilot modeller yapmaya yöneldi. Böylece Ordu ve Hava Kuvvetleri için yetkin bir çekirdek oluşturur."
İkinci bölümünü en kısa sürede ekleyeceğimi belirterek, verdiği emek için kendisine teşekkür ediyorum.

23 Ekim 2016 Pazar

Günün filmi: USS İndianapolis / Men of Courage / 2016

Bugün tanıtacağım film, vizyona yeni girdi sayılır.

İsmi, "USS İndianapolis / Men of Courage" ({United States Ship: Amerika Birleşik [Devletleri] Gemisi)} İndianapolis / Cesur Adamlar) 

Filmin senaryosu, 2. Dünya Savaşı'nda, Pasifik cephesinde geçen gerçek bir trajediye dayanıyor. USS Indianapolis, ABD Deniz Kuvvetlerine ait Portland sınıfı savaş gemisiydi. Kuzey Mariana Adalarında yer alan Tinian'daki ABD Hava Üssüne Japonyaya atılan ilk atom bombasının kritik parçalarını teslim etmekle görevlendirilir. Bu sınıfa dahil olan gemiler, özellikle denizaltı saldırılarından korunmak için, eskortsuz göreve gönderilmezken, "çok gizli" niteliği taşıyan bu görevi tek başına gerçekleştirmek zorundadır.



Dönüş yolunda bir Japon denizaltısı tarafından 2 torpido ile batırılır. 1.196 kişilik mürettebattan 300 tanesi, 12 dakika içerisinde batan gemi ile birlikte sulara gömüldü. 
Saldırıdan kurtulan 896 denizci, sürekli  köpekbalığı  saldırısı altında 5 gün boyunca, kurtarılmayı bekledi. Görevinin çok gizli olması nedeni ile seyir bilgileri hiçbir üsse bildirilmediğinden, kurtarma bu kadar gecikir. Sonuçta, 316 denizci hayatta kaldı.
2. Dünya Savaşı'nda ve tüm tarihi boyunca, ABD Donanmasının bugüne kadar en büyük kaybı olarak kayıtlara geçen, bu olayı anlatan film, yarı belgesel nitelikte.

Başrollerinde, Nicholas Cage ve Tom Sizemore'un oynadığı filmde, aslında, bir çok karakter olayların gelişiminde ön plana çıkıyor. 2016 yapımı, 128 dakikalık film, yeni vizyona girdi. Savaş sahnelerinden çok, savaş esnasında askerlere odaklanan bir yapım olarak, özellikle yarı/belgesel yapımları sevenlere tavsiye ederim. Türkçe altyazılı olarak, İnternette bulmak mümkün.

Daha fazla bilgi almak isteyenler için IMDB sayfası:

USS İndianapolis

Not: Filmin bir kaç sahnesinde, Japonların az bilinen "Kaiten" intihar torpidolarına değinilmiş.


28 Ağustos 2016 Pazar

Günün filmi: Kokoda

Blogda ki, son iki tanıtım, "Kokoda muharebesi" hakkında olunca, aklıma 2008 yılında seyrettiğim, Avustralya yapımı, "Kokoda" savaş filmi geldi. 2006 yılında çekilen ve belgeselde bahsedilen muharebeyi anlatan film, beni çok etkilemişti.

O günleri yaşayan Avustralyalı askerlerin gözünden, "aşırı milliyetçiliğe" kaçmadan, özellikle, sadece düşmanla değil, aslında ondan daha çok, doğa koşulları ile yaptıkları mücadeleyi çok iyi anlatıyor.



Kamera çekimi, kendi komuta kademelerine getirdikleri eleştiriler ve Japonların "jungle/vahşi orman" savaşında ustalığını göstermeleri, filmi çok ilginç bir hale getirmiş.

Ülkemizde, Türkçe altyazı olarak bulabilirsiniz. İngilizcesi iyi olanlar için, (Avustralyalıların kendilerine özgü diyalektleri bazı yerlerde zorluyor!) "youtube"'da ki film aşağıda:



Film hakkında daha fazla bilgi almak isteyenlere "İMDB" sayfası:

http://www.imdb.com/title/tt0481390/?ref_=fn_al_tt_1


21 Ağustos 2016 Pazar

Günün belgeseli: "Kokoda" / Karşı saldırı / Bölüm:2

Günün belgeselinde, 2. Dünya Savaşı'nın, Pasifik cephesi üzerine hazırlanmış bir Avustralya yapımı olan "Kokoda" isimli belgeselin ikinci ve son bölümü yer alıyor.

Papua Yeni Gine topraklarında, 1942 yılının ikinci yarısında, Japon ve Avustralya silahlı kuvvetleri arasında ki, muharebeyi anlatan belgeselin 2. bölümden Japon ordusunun geri çekilişi ve bu bağlamda, Avustralyalıların karşı saldırısı anlatılmakta. Coğrafi olarak, bize çok uzak olan Dünya'nın bu köşesinde, yer alan bu muharebe hakkında çok az bilgiye sahip olmamız aslında çok doğal.

Bizim tarihimizde, Avustralya ve Yeni Zelanda orduları ile ilk defa karşılaşmamız, 1915 Çanakkale muharebeleri dolayısıyla gerçekleşir.

Nasıl, Çanakkale muharebeleri, her iki ülkenin, Birleşik Krallığın birer sömürgesi olmaktan çıkıp, birer millet olma aşamasında hayati önem taşırsa, Kokoda muharebesi de, Avustralya'yı kurtaran muharebe olarak kabul edilir.

Maalesef, dilimize çevrilmemiş veya Türkçe altyazı eklenmemiş. Ancak, iyi İngilizce bilen ve 2. Dünya Savaşı Pasifik cephesine ilgi duyan arkadaşlara tavsiye ederim.


17 Ağustos 2016 Çarşamba

Günün belgeseli: "Kokoda" / İşgal / Bölüm:1

Günün belgeseli, 2. Dünya Savaşı'nın, Pasifik cephesi üzerine hazırlanmış bir Avustralya yapımı. Bize, çok, ama çok uzak, bir ülke olan Papua Yeni Gine topraklarında, 1942 yılının ikinci yarısında, Japon ve Avustralya silahlı kuvvetleri arasında ki, muharebeyi anlatan belgesel 2 bölümden oluşuyor.

Maalesef, dilimize çevrilmemiş veya Türkçe altyazı eklenmemiş. Ancak, iyi İngilizce bilen ve 2. Dünya Savaşı Pasifik cephesine ilgi duyan arkadaşlara tavsiye ederim.


6 Ağustos 2016 Cumartesi

Hiroşima'ya atılan ilk atom bombasının 71. yılı!


Bugün, 6 Ağustos... Hiroşima'ya ilk atom bombasının atılışının 71. yılı...

Tahminen, 100.000 ile 150.000 arasında insan bir anda toz oldu.

Yaralanan ve yıllar sonra ortaya çıkan radyoaktif zehirlenme sonucunda, daha kaç kişi öldü, bilinmiyor; bilinse bile açıklanmaz...

"Zaferi kazanması kesin olan A.B.D. neden kullanma gereği duydu?"; "A.B.D. geliştirmese, Nazi Almanya'sı veya S.S.C.B. geliştirse, neler olabilirdi?" konuları üzerinde çok ihtimal hesabı ve yorum yapılır.

Ancak, bugün, fazla söze gerek yok, ölenleri analım...Youtube'dan, kısa bir fotoğraf derlemesi...



...

9 Ağustos 2015 Pazar

9 Ağustos 1945: 2. atom bombası Nagazaki'ye atıldı!

Bugün, 2. atom bombasının Nagazaki'ye atılmasının 70. yılı. Bundan dolayı, konu ile ilgili bir alıntı yaptık:
7 Ağustos tarihinde, Tanju beyin, "70 yıl sonra Hiroşima bombası" isimli yazısının, devamı niteliğinde:

"Hiroşima'yı anlamak için: DOUHET, TRENCHARD ve HARRIS
İlk uçak havada seksen metre kadar süzüldükten on yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı'nda gökyüzü yüz elli bin uçakla dolmuş, 1918'de İngilizler RAF'ı kurmuştu. Bu yeni gücün nasıl kullanılması gerektiği konusundaki tartışmalar da kızıştı elbette.
İtalyan Guilio Douhet düşman kentlerine yapılacak bombardıman hücumlarının halkın savaş iradesini kırıp teslime zorlayacağı teorisini ortaya attı. İngiltere bu fikirleri en çok ciddiye alan ülke oldu çünkü siperlerde ölen milyonlarca asker yerine, bombardıman uçaklarıyla işi çözebileceklerini sandılar.
İki savaş arası dönemde Trenchard RAF'ı buna göre hazırladı. Buna karşın Rus ve Alman hava doktrinleri uçakların kara kuvvetlerinin ilerlemesini desteklemek için kullanılmasını öngörüyordu. Dolayısıyla hava kuvvetleri buna göre şekillendi. İngilizler bombardıman uçakları yaparken Almanlar Stuka (pike bombardıman) ve Heinkel (hafif bombardıman) uçakları geliştirdiler.
Avcı uçakları ayrı bir kategoridir ama 1936'ya kadar avcılar iki kanatlı olup, bombardıman uçaklarına yetişemeyecekleri düşünülüyordu. Spitfire ve FW'ler savaştan hemen önce yapıldı.
Sonuçta Almanlar ve Ruslar kısa menzilli, İngiliz ve Amerikalılar ise uzun menzilli bombardımana ağırlık verdi. Almanlar 1940 yazında hafif bombardıman uçaklarıyla İngiltere'yi dize getiremediler ve İngiltere 1941'e kadar tek başına kaldığı zaman bombardıman uçaklarına ağırlık verdi.
Harris o dönemde bombardıman komutanı oldu ve savaşın sonuna kadar şayet yeterli sayıda uçağı olursa tek başına zaferi kazanabileceği hayaliyle yaşadı.
Ne var ki, kazın ayağı öyle değildi. Ne 1940 yazında İngiltere'ye yapılan bombardıman, ne de müttefiklerin yıllarca Alman kentlerini yerle bir etmeleri halkın savaş azmini son ana kadar yıkmadı. Aslında ilk bombalanan kent Madrit de teslim olmamıştı. Aynı şey daha sonra Vietnam'da da tekrarlandı.
Bu arada Rotterdam'ın bir gün bombalandıktan sonra teslim olması klasik bombardımanla teslime tek örnektir ama sayılmamalıdır çünkü Hollanda zaten Wehrmacht karşısında yıkılıyordu.
Hamburg, Dresden, Ren kentleri ve Tokyo klasik bombardımanın uç örnekleri oldu ama hiç birisi savaş iradesini kırmadı.
Savaş iradesini kıran tek bombardıman iki atom bombasıdır. Başka örnek yoktur. O sırada Japon iradesinin ne kadar zayıfladığı ve işin ahlaki kısmı ise ayrı birer tartışmadır.
Almanların hava kuvvetleri ve zırhlı birliklerle yaptıkları hücumlara "bliztkrieg" (yıldırım savaşı) adı verilmişti.
Amerikalılar daha sonra bombardımanla birlikte buna "shock and awe" (şok ve korku) hücumu adı verdiler. Irak'ta yaptıkları buydu ama Irak'ın yenilgisinde bombardımanın payının ne olduğunu değerlendirmek hala kolay değil.
1945'de Harris mareşal yapılmadığı için küstü. 1980'lerde öldüğü zaman yapılan tartışmaları hatırlıyorum. 50 binden fazla bombardıman pilotunu boş yere ölüme gönderdiği düşünülüyordu. Berlin'ı yıkarak savaşa son verme hayaline kendisini tam anlamıyla kaptırmıştı.
Onun yapamadığını Amerikalılar yaptılar. Olay budur."
Tanju beye tekrardan, teşekkürler...

7 Ağustos 2015 Cuma

Mehmet Tanju Akad'dan alıntı: 70 yıl sonra Hiroşima bombası!

Tanju beyin izniyle, yazısını bloğa aldım.

Siz olsanız ne yapardınız?

Pearl Harbour'a baskın yapmış ve delice savaşmış düşmanın anakarasına yaklaşıyorsunuz. Savaşta 300.000 ölü vermişsiniz ve yaralılarla birlikte kaybınız 1.000.000 (milyona) dayanmış. Kamikazeler son haftalarda binlerce denizciyi öldürmüş, birçok gemi batırmış. Japonlar ölümüne direnişe hazırlanıyor. Cep denizaltıları, bombalı sürat botları ve kamikazelerden on binlerce daha imal ediliyor. Bu arada savaşarak işgal edilen adalardaki sivil Japonlar bile, teslim olmamak için ailece kayalardan atlayıp intihar ediyor. Yol üzerindeki son adalar olan Okinawa ve İwo Jima'da 10'ar bin kayıp daha verdiniz. Şimdi anakaraya çıktığınız zaman 1 milyon müttefik askeri ve 2 milyon Japon daha kayıp listelerine geçecek (bu kayıp tahminleri genelde çok iyi tutuyordu). Şimdi elinizde sadece 2 bomba var. Üçüncüsü için birkaç ay daha bekleyeceksiniz. Ama bombaları atarsanız belki sadece 50 veya 100 bin düşman ölerek savaş bitecek ve siz de yüz binlerce askerinizin hayatını kurtaracaksınız. Aksi halde daha yüz binlerce askeriniz ölecek ve hesabını sizden soracaklar "bomba vardıysa neden atmadın?" diyecekler. Siz bu yükü alır mıydınız. Hele o dönemde nefret edilen bir düşmana karşı. Ve hele yıllardır süren bir savaşta o kadar yıpranmışken 1 milyon kayıpla savaşı bir iki yıl daha sürdürür müsünüz?

Açık olacağım. Ben bombaları kullanırdım ama kentlere değil askeri hedeflere atardım. (O zaman radyasyon etkisi pek bilinmiyordu). "Bakın, artık hiç bir umudunuz kalmadı, aklınızı başınıza alın" derdim. Hatta belki birincisini etkisini görebilecekleri boş bir yere, teslim olmazlarsa ikincisini salt askeri bir hedefe atardım. Kentlere atmazdım ama o dönemde böyle düşünen çok az kişi vardı.
Yukarıda doğru şekilde ifade ettiğim koşulları ciddi olarak göz önünde bulundurarak, aranızda "ben bu bombaları hiç kullanmazdım" diyen varsa merak ediyorum. Tabii, yıllardır savaşan ve sayısız kayıplara uğramış bir ülkenin lideri olarak yanıt vereceksiniz. Öyle dışarıdan konuşmakla olmaz.
Ayrıca şunu bilin ki bu bombalar gerçekten en az 3 milyon kişinin hayatını kurtarmıştır. Japonya'da savaş bittikten sonra bile açlıktan ölenlerin sayısı bilinmiyor. Savaş sürseydi muhakkak savaş kayıplarının dışında ayrıca milyonları bulacaktı.

Haydi tüm bu bilgiler ışığında karar verin?

(Bu arada Rusya'nın uzak doğuda savaşa gireceğini ve bunun Japonya'yı teslime iteceğini de bilmediğiniz varsayımını unutmayın.)

Karar vermek o kadar kolay mı?

6 Ağustos 2015 Perşembe

Hiroşima'ya atılan ilk atom bombasının 70. yılı!


Bugün, 6 Ağustos... Hiroşima'ya ilk atom bombasının atılışının 70. yılı...

Tahminen, 100.000 ile 150.000 arasında insan bir anda toz oldu.

Yaralanan ve yıllar sonra ortaya çıkan radyoaktif zehirlenme sonucunda, daha kaç kişi öldü, bilinmiyor; bilinse bile açıklanmaz...

"Zaferi kazanması kesin olan A.B.D. neden kullanma gereği duydu?"; "A.B.D. geliştirmese, Nazi Almanya'sı veya S.S.C.B. geliştirse, neler olabilirdi?" konuları üzerinde çok ihtimal hesabı ve yorum yapılır.

Ancak, bugün, fazla söze gerek yok, ölenleri analım...Youtube'dan, kısa bir fotoğraf derlemesi...

31 Temmuz 2015 Cuma

Günün filmi: Oba - Son Samuray / 2011 / 1944'de, Japon ordusunun Saipan direnişi!

15 Haziran 1944 tarihinde, Amerikan ordusu Pasifik'de ki Saipan adasına çıkarma yapar. 9 Temmuz tarihinde, Japon başkomutanın harikari yapar. Geriye kalan 4.000 Japon askeri, bir Banzai saldırısı ile Japonya'yı ve imparatorlarını onurlandırarak ölürler. Bunun üzerine, Amerikan Başkomutanı adanın ele geçirildiğini ve çatışmaların sona erdiğini ilan eder.

Ancak, herkes bir tek şeyi,daha doğrusu kişiyi unutmuştur. Yüzbaşı Sakae Oba! Emrindeki 47 asker ile 512 gün boyunca, dağlarda direnir. Japonya'nın tesliminden 3 ay sonra, Saipan Bölge komutanından gelen yazılı bir emir ile teslim olur. (Not: Emrindeki askerlerden bir tanesi, gelen emre rağmen bile teslim olmayı reddeder ve tek başına direnmek üzere kaçar!)

Film, konusuna rağmen fazla çatışma sahnesi içermiyor. Daha çok, Japonların yaşam/ölüm felsefesini işlemiş. Ülkeye ve imparatora karşı duyulan saygı, yiyecek ve içecek sıkıntısına rağmen düşmanla savaşmaya devam etmek, bir asker olarak esir olmak yerine intihar etmek, kişinin bireysel istek ve hayallerini toplumun çıkarı uğruna feda etmesi gibi, bize oldukca uzak gelen (ve her geçen gün daha da uzaklaşan!) sosyo-psikolojik konulara değinmiş. Tüm bunlar, bir grup Japon sivilin, askerlerle birlikte yaşamaya başlamasıyla daha da karmaşık hale geliyor.

Clint Eastwood'un yönettiği, "Iwo Jima'dan mektuplar" filminin, daha düşük bir bütçeyle çekilmiş olanı. Keyifle seyrediliyor, tavsiye ederim.


31 Mayıs 2015 Pazar

Günün filmi: "Kamikaze" pilotlarını konu edinen, son Japon yapımı film, 'The Eternal Zero'! / "Ölümsüz Zero"

2. Dünya Savaşı'nın, Pasifik cephesine damgasını vuran olgulardan biri, Japon Silahlı Kuvvetlerinin 1944 sonbaharından itibaren başlattığı "Kamikaze" saldırılarıdır. Tercüme etmeye çalışırsak, Japonca, "Kami", "Tanrı" veya "tanrısal", "Kaze" ise, "rüzgar" anlamına gelir.

Kelimenin kökeni, 1274 ve 1281 tarihlerinde, Kubilay Han'ın Japonya'yı işgal amacı ile yolladığı 2 filoyu batıran, tayfunları yaratan, rüzgarlara dayanır.

1942 yılı boyunca, Amerikan donanmasının gerçekleştirdiği bir kaç harekât sonrasında, Japan Hava Kuvvetleri, sahip olduğu, tecrübeli pilotların büyük bir kısmını yitirdi. (Solomon adaları, Yeni Guinea ve Santa Cruz Operasyonları gibi..) Bunun yanında, savaş boyunca, Japonlar yeni pilot eğitimine hiç bir zaman gereken önemi vermediler.

Ayrıca, Amerikan donanması, Pasifik okyanusuna düşen pilotlarını kurtarmak için her türlü çabayı gösterirken, Japonlar hem gereken olanaklara sahip değildiler, hemde "ölüm", zaten, İmparator ve Japonya için ulaşılabilecek en yüksek mertebe idi. Ayrıca, uçak teknolojisinde, savaş ilerledikçe, Amerikalıların gerisine düştüler. Bu da, hem hava savaşlarında hem de gemi ve yer hedeflerine yaptıkları saldırılarda başarı oranlarını çok düşürdü.

Bu durum karşısında, Japon üst komuta kademesi, "bir uçak bir gemi" sloganı ile, saldırıyı yapan pilotların, bir intihar saldırısı ile düşman gemilerine çarpmalarını öngören bir uygulama başlattı.


Şunu da unutmamak gerekir ki, normal koşullarda, düşmana saldıran uçağı kullanan pilot, kendisini ve uçağı kurtarmak amacıyla (hayatta kalma refleksinin bir gereği!), bir noktadan sonra, kaçmaya çalışır. Buna bağlı olarak, taşıdığı bomba veya torpedoyu, hedefi vurup vurmayacağını düşünmeden atar.

Kayıtlara göre, ortalama olarak, savaşın sonuna kadar 4.000'e yakın kamikaze saldırısı yapılmıştır. Ancak, bunların yalnız, % 20'sinin hedeflerini vurduğu saptanmıştır.

"Kamikaze" konusunda, en çok tartışılan diğer bir unsur ise, pilotların, gerçekten "gönüllü" olup olmadıkları idi. Her ne kadar, yapılan propaganda, bu pilotların, gönüllü olarak, imparator ve Japonya için, kahramanca, kendilerini feda ettiklerini anlatsa da, son 20 yılda yapılan bazı araştırmalar, bunun her zaman öyle olmadığını kanıtlamıştır

"Gönüllü" olarak seçilen bir çok pilot, savaş bitimi nedeniyle, hayatta kaldıklarından, bunların bir kısmı, son 20 yıl içerisinde, yaptıkları açıklamalarla, konuya değişik bakış açıları getirmişlerdir.

İşte, bu 2013 yapımı film, bir avcı uçağı pilotunun öyküsü etrafında, bu konuyu işliyor. 144 dakikalık uzun bir film ve fazla savaş sahnesi yok. Pilotların, birey ve grup olarak konuya yaklaşımlarını, üst düzey komuta kademesinin tavrını, sivillerin yaşadıklarını anlatan çok güzel bir yapım.

Japonlar artık, kendi hikayelerini anlatmaya başladılar, seyredin..