Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

Wehrmacht etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Wehrmacht etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Bir ordunun beyni konumunda ki Genelkurmay kurumunun teori ve pratikte ki işleyişi hakkında Hans von Seeckt'den bir alıntı!

Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versay antlaşması ile savaşa damgasını vuran Alman Genelkurmayı lağvedilmiştir. (2. Dünya Savaşı ile kıyaslarsak, Alman Genelkurmayı 1. Dünya Savaşı'nda Alman Silahlı Kuvvetlerinin kontrolünü tartışmasız elinde bulundurmuştur. Bundan dolayı, Müttefiklerin hışmına uğramıştır.)

İki savaş arası dönemde kurulan 100.000 kişilik Reichswehr'in başına gelen Hans von Seeckt, çok olumsuz koşullar altında görev yapmasına rağmen, 2. Dünya Savaşı'nın ilk döneminde, fırtına gibi esen Wehrmacht'ın temellerini atan subaydır. (Not: Kendisi 1918 yılında, Başkomutan Enver paşanın kurmay başkanı olarak görev yapmıştır.)


Her ne kadar, genelkurmay kurumu Versay anlaşması ile yasaklanmış olsa da, Alman ordusunun bu yeni kuruluş döneminde, gizlice faaliyet göstermeye devam etmiştir.

Temelleri iki Prusyalı subay Scharnhorst ve Gneisenau'nun, 1806 Jena ve Auerstedt yenilgileri sonrasında attığı Genelkurmay, özellikle Clausewitz'in fikir babalığı ve Moltke'nin etkisi ile Prusya-Alman askeri doktrininin merkezi ve ordunun beyni konumuna gelmiştir.

Özünde, kurmay eğitimi almış subayların bir araya gelerek, tüm sosyo-politik unsurlardan ve kişisel duygulardan arınmış bir biçimde, Silahlı Kuvvetleri yöneteceğini bir çalışma ortamı olarak düşünülmüştür.

Ancak, en iyi eğitim almış ve en sıkı disiplin ile yetiştirilmiş bir subay bile, eninde sonunda sosyal ve bireysel bir canlıdır. Bu kendisini, hem kişisel beklentiler hem de kariyer planları şeklinde belli eder. Diğer bir deyişle, yapılan analizler ve sonucunda ortaya çıkan planlar, hiçte öyle beklendiği gibi "saf bilim" ve "objektif değerlendirmelere" dayanmaz.

Bu gerçeği, en güzel Hans von Seeckt'in şu sözlerinde görürüz:

"Bir Genelkurmay tarihi kaleme alınacak olsaydı..bu oldukça müsbet bir çalışmanın tarihi olacak; kendini beğenmişlerden ve mağrur bir şekilde teslimiyet gösterenlerden; gösteriş ve kıskançlıktan, bütün insani zaaflardan, deha ile bürokrasi arasındaki savaştan ve zafer ile yenilginin gizli nedenlerinden söz edilecekti. Bazı şöhretleri ebediyen tarihe gömecek ve trajedi boyutundan da yoksun olmayacaktı." ("Hitler'in Generalleri konuşuyor." Liddel Hardt kitabından alıntı)

Başka söze gerek yok!

26 Nisan 2016 Salı

Günün kitabı: Hitler'in Müslüman askerleri / M. Sami Sert

Bugün tanıtmak istediğim kitap, hem bildiğim kadarıyla, dilimizde kendi alanında tek, hem de yazarı ile kitap basılmadan önce, bizzat tanışma imkanı bulduğum bir eser.

Sami Sert, gerek biz Türkleri, gerekse Müslümanları, ilgilendiren bir konuya ilgi duymuş. 2. Dünya Savaşı'nın ikinci yarısında, Wehrmacht'da kurulmuş olan Müslüman/Türk kökenli tümenleri ele alan bir kitap yazmış.

Bilge Karınca Yayıncılık tarafından 2012 yılında piyasaya sürülen kitap, 494 sayfadan oluşuyor ve benim o zaman ki alış fiyatım, 25.- TL.


Yazının başında da belirttiğim gibi, kitap, bildiğim kadarıyla, kendi alanında bir ilk. Doğal olarak, kendisine örnek alabileceği bir çalışma yok. Sami beyle konuştuğumda, bu konuda, elimde bir kaç adet, Alman araştırmacı tarafından yazılmış kitap olduğundan tavsiye etmemin pek bir anlamı kalmamıştı. Çünkü, hem kitap basım aşamasındaydı, hem de kendisi Almanca bilmediğini söylemişti.

Kaynakça kısmında, çok az sayıda yabancı dilde esere yer verilmiş. Buda, her ne kadar bir eksiklik olsa da, kitabı okurken, bunun ortaya çıkan esere bir zarar verdiğini söyleyemem.

Araştırmacı/yazar, konuya gerçekten, mümkün olan bir çok açıdan ve derinlemesine analizlerle yaklaşmış. Almanya, Sovyetler Birliği, Türkiye, Afganistan, İran, Japonya ulusal ve uluslararası politikalar bazında ele alınmış.

Bunun yanında, Sovyet topraklarında yaşayan bir çok Türk kökenli kavmin, Sovyet devriminden başlayarak, 2. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar olan süreç içerisinde, hem Sovyet Rusya sınırlarında, hem de sürgün/iltica/kaçma şeklinde farklı nedenlerle yerleştikleri ülkelerde ki faaliyetleri, kitabın önemli bir kısmını kapsıyor. Kısacası, yazar, konuyu bir kontekst/bütün içerisinde aktarmak için, 3 sene boyunca araştırmış ve eline geçen bilgilerin çoğunu kitaba aktarmış.

Doğal olarak, bu kadar yoğun bir bilgi birikimini, bir kitap içinde derlemeye kalktığınızda, anlatım akışının bazı bölümlerde düşmesi, ya da gereksiz tekrarların oluşması kaçınılmaz. (Bazı bilgilerin, farklı bölümlerde tekrarlanması, konunun bütünlüğü açısından gerekli!)

Ancak, beni daha çok rahatsız eden konu, kitap baskısında kullanılan kağıdın kalitesi, daha doğrusu, kalitesizliği. "Saman kağıt" dediğimiz standarttan, biraz daha yüksek kalitede bir kağıt kullanılmış. Maliyeti ve buna bağlı olarak satış fiyatını mümkün olduğu kadar düşük tutmak için, böyle bir karar verilmiş olması ülkemiz koşullarında anlaşılır bir gerçek. Ama, kitapta kullanılan fotoğraflar bundan çok olumsuz etkilenmiş. Kağıdın "sarımsı" rengi, basım esnasında, fotoğraflara da yansımış.

Göze hemen çarpan diğer bir unsur, bir kısım fotoğrafların çok küçük basılmış olması. Neredeyse, büyüteç gerekiyor.

Ancak, konu ile ilgilenen herkes, saydığım bu unsurları, gözardı ederek kitabı okumalı.

13 Mart 2016 Pazar

Günün silahı: Blendkörper / Duman bombası

Bugün, az bilinen bir silahı tanıtalım.

Almanca “Blendkörper” (“göz kamaştırıcı cisim/cihaz”  şeklinde dilimize çevirebiliriz. İngilizce “blinding devices” olarak tercüme edilmiştir.)

Şekli bir ampule benzer. İçinde daha küçük bir boyutta ikinci bir cam hazne daha vardır. Her iki cam, farklı kimyasallar içerir. Kırılma sonucu, birbirine temas eden bu iki sıvı, kimyasal reaksiyon yoluyla duman/sis oluşumuna yol açar.

Bu özellikleri nedeniyle, genelde, yakın mesafeden, tankların havalandırma deliklerine, görüş çentiklerine atılır. Oluşan yeni kimyasal maddenin, uzun süreli yanma özelliği, tank mürettebatının görüş olanaklarını neredeyse tamamen yok eder. Tank personelinin tankı terk etmesi ve bu esnada, imha edilmesi amaçlanmıştır.  


BK1H ve BK2H (Blendkörper Granate) olarak kodlanmış 2 ayrı tipinde, yaklaşık olarak, 5.000.000 adet üretildiği tahmin edilir. Alman ordusunun özellikle, Doğu cephesinde, saldırı inisiyatifini kaybedip, savunma savaşı vermeye başladığı 1943 yılında üretilmiştir.

13 Aralık 2015 Pazar

2. Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında, Alman tankı Panzer II'nin özellikleri ve gelişimi!

1935 yılında üretilmeye başlanan, “Panzer II” 2 adet makineli tüfek yerine 1 adet makineli tüfek ve 1 adet top taşıyordu.  Kullanılan bu topun, İngilizce "armour piercing" ("zırh delici" olarak tercüme edebileceğimiz!) olması özellikle tercih edilmişti. (Not: Tüm tank toplarının bu özelliğe sahip olmadığını, ilk üretilen Panzer 4'lerde göreceğiz!)

Panzer II'nin ilk tipleri 8 ton ağırlığındayken, sonradan üretilen tiplerde ağırlık 10 tona kadar çıktı. Bir adet 7,92 mm.'lik makineli tüfek ve 1 adet 20 mm.'lik adet top taşıyordu. Zırhının kalınlığı A tipi modelde 13 mm. iken H tipi modelde 30 mm.'e kadar çıkmıştı.

Hafif bir tank olmasına rağmen, 3 kişilik mürettebatı sayesinde, hafif Fransız tankları (kendi sınıfında diye isimlendirebilecegimiz) bir karşılaştırma yapıldığında, çok daha iyi verim alınmıştır. Bunda en büyük rolü, süspansiyon sistemi ve sağlam mekanik düzeneği oynamıştır. R-35, Hotchkis 35 ve 39 gibi hafif Fransız tankları, bilhassa arazi koşullarında, sürekli arızalanır ve denge sorunları nedeniyle, engelleri aşmada yetersiz kalırken, Panzer II çok başarılı olmuştur. Ayrıca, sözü edilen tanklara kıyasla daha hızlı olması, manevra kabiliyetini arttırarak, muharebe alanlarında, taktik bir üstünlük sağlamıştır.

"Bowington Tank müzesi" / İngiltere

Ortalama hızı olan saatte 35 mil ile aslında, "keşif" amaçlı kullanıma çok yatkın bir tank idi. Daha savaşın başlarında, çoğu müttefik tankı karşısında koruma ve ateş gücü bakımından yetersiz hale gelmişti.

Fransa seferine katılan “Panzer II” sayısı 950 adettir ki, bu sayı Fransa seferine katılan Alman ordusundaki tank sayısının, neredeyse  yarısına eşittir. Zırhın maksimum kalınlığı 15 milimetre, ana silahı 20 milimetrelik bir top idi. Bu top, aslında ucaksavardan modifiye edilmiştir. Müttefik tankları üzerinde tahrip edici bir etkisi yoktu. Bu açıdan bakıldığında “Panzer II”, aslında zırhlı ve paletli bir keşif aracı idi. Bir adette 7,92 milimetrelik makineli tüfeği vardı.
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Tank

9 Aralık 2015 Çarşamba

2. Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında, Alman tankı Panzer I'in özellikleri ve gelişimi!

Her ne kadar, Alman ordusu manevra kabiliyeti yüksek bir ordu olarak kabul edilse de, gerçek bundan çok farklıydı. Almanya, gerekli yeraltı kaynaklarına ve askeri üretim kapasitesine sahip olmadığından dolayı, gerçekleşecek olan bir savaşta, çok kısa sürede ulaşabileceği bir zafere ihtiyaç duymaktaydı.

Versay antlaşmasının getirdiği kısıtlamalar yüzünden, "zırhlı araç" üretmesi yasak olan Almanya, "traktör üretimi" adı altında, gizlice "tank" araştırma ve geliştirme çalışmalarına başlamıştı. 1920'lerin sonlarında ve 1930'ların başında, Sovyet Rusya ile yapılan gizli anlaşmalar sayesinde, Alman subaylar ve bilim adamları, Sovyet topraklarında ki üslerde bir takım prototipler ürettiler.

Hitler'in başkanlığında iktidarı ele geçiren Naziler, 1934 yılından itibaren, Versay antlaşmasını geçersiz ilan ettiler. O tarihe kadar yapılan gizli araştırmalarda elde edilen sonuçlar ışığında, planlı bir tank üretimi başlatıldı.

1. Dünya Savaşı'nda ki "tank üretimi felsefesinin", bire bir yansıması olan Panzer I tankının, tek bir amacı vardı. İlerleyen piyadeye, makineli tüfek ateşi ile destek sağlamak! Bu sayede, düşman siperlerinde ki piyadeler ve düşman müstahkem mevzilerinde ki makineli tüfek personeli etkisiz hale getirilecekti. Diğer bir deyişle, Panzer I, sürekli bir "sindirme ateşi" uygulayabilen, hareketli bir makineli tüfek yuvası idi.

Deutsches Panzermuseum Munster

Bu amaçla üretilen ilk Alman tankı olarak, daha üretildiği yıllarda, ağır İngiliz ve Fransız tankları karşısında tamamiyle etkisizdi. Sahip olduğu zırh, ne bu tip düşman tanklarının toplarından, ne de tanksavar silahlarından koruyordu. Aslında, Alman subaylar ve konu ile ilgili herkes, bu tip bir aracın sadece, "eğitim amaçlı" bir tank prototipi olduğunu biliyordu. Ancak, savaş başladıktan sonra, zaman ilerledikçe, komuta tankı, cephane ve/veya mühimmat tankı, bakım aracı, vb. amaçlarla kullanıldı.

Bunların yanında, ilk "kundağı motorlu tanksavar" olarak bile kullanılmıştır ki, bu konuyu başka bir başlıkta ele alacağız.
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Tank

14 Haziran 2015 Pazar

Nazi Almanya'sının orduları 1940'da Paris'i ele geçirdi!

1940 yılında, bugün, yani bundan 75 yıl önce, Nazi Almanya'sının orduları Paris'i işgal etti.

10 Haziran tarihinde, Fransız hükümeti, Paris şehrini, "açık şehir" ilan ettiğinden dolayı, şehrin civarında ve içinde hiç bir silahlı çatışma olmadı.

Fransız ordusunun Paris'in kuzeyinde kurduğu derme-çatma "Weygand hattı", beklendiği gibi, 5 günlük bir çatışmadan sonra yarıldı. (İsmini, ordunun komutasına atanan son Fransız generali Weygand'dan almıştır!)

Fransa'nın elinde ki tümen sayısı Alman ordusunun yarısından aza inmişti. Ayrıca, İngilizler "Dinamo Harekâtı" ile ana kıtadan geri çekilmek zorunda kalmışlardı.

İtalya sınırında ki Fransız birlikleri, 10 Haziran tarihinden beri, kendilerine savaş ilân etmiş kahraman(!) İtalyan birliklerine karşı savaştıklarından, takviye olarak kuzeye hareket edemiyorlardı.

Alman sınırında ki Maginot hattında ki Fransız birlikleri ise, güneyden kuşatılma tehlikesi ile karşı karşıya olduklarından yerlerinden kıpırdıyamıyorladı.

Tüm bu olumsuz unsurlar karşısında, Fransız hükümeti "teslim olmaya" giden yolda çok önemli bir atım daha atarak, başkenti, kendiliğinden düşmana teslim etmek zorunda kaldı.

Die Deutsche Wochenschau 22/06/1940:

https://www.youtube.com/watch?v=qfP-8SNemeA


26 Nisan 2014 Cumartesi

Paul Carell örneğinde, 2. Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu’nun (Wehrmacht) Doğu cephesinde ki savaşta ki rolü!

Paul Carell’in kitaplarından yararlanarak, Alman ordusunun (Wehrmacht) savaştaki rolünün tarih yazımında ele alınması konusuna değinmek istiyorum.

Savaş sonrası Almanya’sında (Federal Almanya), 2. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının ve Alman ordusunun (Wehrmacht) rolü nasıl incelenmiştir? 1960’lara kadar neredeyse, tabu niteliği taşıyan bu konu, o dönemden itibaren Alman tarihçiler, bağımsız araştırmacılar ve gazeteciler tarafından incelenmeye başlanmıştır. 1960-70 döneminde, savaşın bitiminden ortalama olarak, 20 yıl geçtiğini göz önüne alırsak, savaşa katılmış ve sağ olarak dönmüş sivil-asker-subay birçok kişi, ilk ağızdan kaynak olarak, anılarını anlatmış ve bilhassa üst düzey yönetici ile subaylar savaşı neden kaybettikleri konusunda farklı yorumlar yapmışlardır.

1945 Mayıs’ında teslim olan Almanya, savaşta yaşananları ve savaşı neden kaybettiklerini konularını bireysel ve toplumsal düzeyde, önceleri içten içe, sonraları da açıkça tartışmaya başlamıştır. Almanlar, geçmişi yönelik analizlerden doğal olarak, farklı sonuçlar çıkardılar. Kimisi, tüm suçun kendilerinde olduğunu kabullendi, kimisi, onca kıyım ve kayba rağmen, hâlâ Nazizm’i savundu, kimisi tüm sorumluluğun sadece Hitler’de olduğunu iddia etti. Gerek askeri ve sivil kayıpların, gerekse savaşın yaşandığı ve dolaylı olarak etkilediği tüm ülkelerde ki yıkımın nedenleri yanında, başta kurmay subaylar olmak üzere, belirli bir kesimde savaşı neden kaybettikleri üzerine kafa yordu.

Manstein, Dönitz gibi üst düzey kurmay subaylar ve başka generaller anılarını yazdılar. Bunlardan bir kısmı, savaşı kaybetmelerinin BAŞ SUÇLUSU olarak HİTLER’i gösterdiler. Savaşın gidişatına çok sık karışan ve bir noktadan sonra tek karar verici konumuna geçen Hitler, yetersiz askeri bilgisi ve kişisel önyargıları nedeniyle, Wehrmacht’ı aslında kazanabileceği bir savaşta yenilgiye götürmüştü. İşte, Paul Karl Schmidt, alias Paul Carell, bu gruba dahildir.
Onun kitaplarında, birçok yerde, “Fakat Hitler, cephedeki komutanların önerilerine kulak asmadı.”[1] “Bu çılgınca emir, prestiji koruma düşüncelerine dayanıyordu sadece.” (BN: Hitler’in emrini kastediyor.)[2], şeklinde cümlelere rastlarsınız. Carell’e göre, Wehrmacht, Hitler’in müdahaleleri olmasa, savaşı kazanmasa bile, Sovyetler Birliği’ni bir barış anlaşması imzalamaya zorlayacak, bir “askeri beraberlik” durumu yaratabilirdi.


Onun gözünde, üst düzey komutanların stratejik ve taktik dehaları, sıradan Alman askerinin üstün eğitim ve disiplini, Rusların sayıca üstünlüğünü etkisiz hale getirmiştir. Führer’in genel karargâhında verdiği yanlış stratejik kararları, Rusya’nın geri kalmış altyapısı ve acımasız iklim koşulları ile birleşince hiçbir ordunun altından kalkamayacağı koşullar yaratmıştır. Buna rağmen, Alman orduları insanüstü bir başarı göstererek düzenli bir geri çekilme gerçekleştirmişlerdir.
Aslında, yazdıklarını, soğukkanlılıkla ve tarafsız bir gözle değerlendirince, bilhassa Wehrmacht’ın kurmay subay, astsubay ve erleri hakkında yazdıklarına katılmamak elde değildir. Ancak, Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla, savaş, bir “topyekün savaş”’a dönüşmüştür. Ancak, Nazi Almanya’sı bu savaşı kazanacak üç hayati unsura sahip değildir.

-Yeterli İnsan gücü

-Gerekli kapasitede bir sanayi üretimi ve

-Üstün silah teknolojisi

Bunun yanında, askeri ve sivil yönetici kitle, gereken küresel stratejiden yoksundur. Zamanla, Hitler’in en küçük askeri karara bile karışması görülen sonu daha da hızlandırmıştır.

Carell, kitaplarında bu konulara değinmez. Zaten istediği, Alman subaylarını ve askerlerinin savaşta ki başarılarını ön plana çıkaran eserler yazmaktır. Harekâtların planları ile üst düzey kurmay subayların notlarını okur; cephede savaşan astsubay ve erlerle konuşup (Kitabın 1963 yılında yayınlandığı hatırlayalım. Hazırlanması için en azından birkaç yıl öncesinden başlaması gerektiğinden, savaşa katılan çok sayıda asker ve subay o tarihlerde hayattaydı.) veya onların kitaplarını okuyarak, bu iki boyutu ustaca birleştirmeyi gerçekten iyi becermiştir. Kitapları ne sıkıcı düzeyde askeri plan veya manevralarla doludur; ne de cephede ki çatışmaları en küçük ayrıntısına kadar anlatmaya çalışarak lafı lüzumsuz uzatır. Bazı yerlerde, heyecanlı bir macera romanı okur gibi olursunuz. Tabii, satır aralarına, Alman askerinin cesaretini ve Alman subaylarının taktik becerileri her fırsatta sıkıştırır.


Kitabın Türkçe tercümesinde maalesef hiç harita olmadığından, farklı bölümlerde farklı harekâtlardan bahsettiği paragraflarda, planlamayı ve operasyonların gelişimini anlamakta doğal olarak zorlanıyorsunuz. (BN: Orijinal kitapta harita olup olmadığını maalesef bilmiyorum. Ama tipik bir Alman olduğu anlaşılan Schmidt, bence bunu göz ardı etmemiştir.) Neyse, günümüzde, İnternet sayesinde bu sorun rahatlıkla aşılıyor.

Kaynakça kısmı da diğer bir eksik olarak göze çarpıyor. Yine, orijinalle bir karşılaştırma yapma imkânımız olmadığından fazla bir yorum yapmak doğru olmaz.

Alman ordusunun (Wehrmacht) gerek subay kademesinde gerekse er düzeyinde sadece vatan ve millet sevgisi ile dolu olarak, görevlerini yerine getirdiğini sürekli dile getiren Carell, bilhassa Doğu cephesini kasıp kavuran esir asker ve sivil katliamlarından hiç söz etmez. (BN: Günümüzde, askeri tarihi inceleyen kitapları çok daha farklı alt gruplara ayırabiliyoruz. )[3]

Diğer bir deyişle, “konularına göre askeri tarih dalları” sınıflandırmasına göre, Carell’in kitapları, “Harp tarihi” bölümünün, “Kara muharebeleri tarihi” kısmına girer. Ancak, bu sınıflandırma günümüzde yapılmaktadır. Bu gerçeği unutmadan, kitabın 1963 yılında yayınlandığını ve Carell’in geçmişini göz önünde bulundurarak, “Carell, sadece, ‘Doğu cephesi harekâtlarını’ anlatan, bir tarih kitabı yazmıştır.” diyemeyiz. Savaş boyunca, gerçekleştirilen katliamları, bilerek kitabın içeriğine dahil etmemiştir.

Kendisi hakkında yazdığım ilk yazıda vurguladığım gibi, “temiz bir Wehrmacht” yaratmak misyonunu üstlenmiş ve/veya görevlendirilmiş bir yazar olduğunu, arka planda hiç unutmayalım.

[1] Paul Carell, Stalingrad’ın sonrası (İstanbul, Türkiye: Baskan yayınları, 1983).,S.5
[2] Ibid.,S.108
[3]Gültekin (derleyen.) Yıldız ve Cevat (derleyen) Şayin, Osmanlı askeri tarihini araştırmak: Yeni kaynaklar, yeni yaklaşımlar (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt yayınları, 2012).,s.69

17 Nisan 2014 Perşembe

Paul Carell'ın dilimize çevrilmeyen diğer kitapları!

"Askeri tarih" edebiyatına, özellikle 2. Dünya Savaşı dönemine ait eser veren yazarlardan dilimize en çok çevrilen, Paul Carell olmuştur. Farklı yayınevlerinden bir kaç kitabı Türkçemize çevrilen bu yazarın dilimize çevrilmeyen diğer kitapları:

Sie kommen! Die İnvasion der Amerikaner und Briten in der Normandie 1944, 1960 (Geliyorlar! 1944 yılında, Amerikalı ve İngilizlerin Normandiya’yı işgali)


Stalingrad. Sieg und Untergang der 6. Armee, 1992 (Stalingrad. Zafer ve 6. Ordunun yıkımı)


Die Gefangenen. Leben und Überleben deutscher Soldaten hinter Stacheldraht, 1980 (Esirler. Dikenli teller arkasında Alman askerlerinin hayatı ve hayatta kalma mücadelesi)


Der Russlandkrieg. Fotografiert von Soldaten. Der Bildband zur Unternehmen Barbarossa und Verbrannte Erde, 1968 [Rusya savaşı. Askerler tarafından çekilen fotoğraflar. Barbarossa harekâtı ve "Yanmış toprak" dair albüm]

10 Nisan 2014 Perşembe

2. Dünya Savaşı'nda Doğu cephesi hakkında yazılmış kitaplardan örnekler ve PAUL CARELL!

George M. Nipe'ın, 3. Harkov muharebesinde savaşan, SS-zırhlı birlikleri üzerine yazdığı kitabı okurken, bu konuda, dilimize çevrilmiş hangi kitapların olduğunu merak ettim. Kütüphanemde yaptığım araştırma beni, Paul Carell’in eserine ulaştırdı.
Bu araştırma esnasında ister istemez geçmişe bir yolculuk yaptım. Benim elimde ki kitaplara göre,1979 yılından itibaren “Baskan yayınları” bu konuda başrolü oynamış. “İkinci Dünya Savaşı Belgeseli” isimli bir dizi yayınlamışlar. Bu dizide göze çarpan yazar isimlerinden birisi olan Paul Carell, bu yazının konusunu oluşturuyor.


Esas ismi, Paul Karl Schmidt olan yazar, 1911 doğumlu olup, fakir bir ailenin tek çocuğudur. Birinci Dünya savaşı sonrası Almanya’sında, bilhassa 1920’li yılların ikinci yarısında yükselmeye başlayan Nazizm’in etkisinde kalmıştır. 1931 yılında, SA birliklerine üye olarak katılmıştır. (SA: Sturm Abteilung: Saldırı kıtası) Kiel üniversitesinde psikoloji öğrenimi gören ve 1936 yılında doktorasını bitiren Schmidt, 1938 yılında SS üyesi olur. (SS: Schutz Staffel: Koruma timi) Burada, üstün konuşma ve yazma yeteneği sayesinde hızla yükselerek, 1940 yılında Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un, basın sözcüsü oldu.

En önemli görevi günlük basın konferanslarının hazırlanması olan, Schmidt, aynı zamanda, ünlü Alman propaganda dergisi “Signal”’in içeriğinin hazırlanmasına etki etmiştir. Kişisel olarak da Yahudilerden nefret eden Schmidt, bilhassa Çekoslovakya ve Macaristan Yahudilerinin, toplama kamplarına nakli konusunda her iki ülke yöneticilerine baskı yapmıştır. (Bu konuda yaptığı yazılı açıklamalar, hâlâ, Nürnberg devlet arşivlerindedir.)
2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, 06 Mayıs 1945 tarihinde tutuklandı ve 2,5 yıla yakın bir süre hapis yattı. Çıkarıldığı mahkemede sanık değil, tanık muamelesi gördü ve bir ceza almadan serbest bırakıldı. 1950 yılından itibaren “Kristall” dergisinde makaleler yazmaya başladı. Yazarken, önceleri “Paul Karell”, sonraları “Paul Carell” ve “P.C. Holm” takma isimlerini kullandı. “Die Welt” (Dünya) ve “Die Zeit” (Zaman) gibi gazetelere yazdığı makaleler sayesinde, Axel-Springer yayınevinde kendisine bir yer edindi. Bu yayınevinin “amiral gemisi” olarak kabul edilen “Der Spiegel” (Ayna) dergisine makaleler yazmaya başladı. Yayınevinin sahibi olan Axel Springer’in özel danışmanı olan Schmidt, Federal Almanya’nın tutucu-sağ olarak isimlendirebileceğimiz kanadında kendine bir yer edindi.
1950’li yıllarda gerek Neo - Nazi akımlarla gerekse eski SS’lerle bağlantı kuran Schmidt’in, 1970’lerde, Alman Gizli Servisi için, ajan olarak çalıştığı, bizzat BND (Bundesnachrichtendienst:Alman Gizli Servisi) tarafından, geçen sene açıklandı. (Spiegel dergisi, 03.06.2013)

20 Haziran 1997 tarihinde vefat eden Schmidt, diğer adıyla Carell, hakkında yukarıda yazdığım kısa özet, bahsedeceğimiz kitapların yazarını biraz daha yakından tanımamız açısından önemlidir. Çünkü sosyal bir bilim dalı olan tarih yazımı, okurlar kadar, hatta onlardan daha fazla yazarlar tarafından yoruma açıktır. Konuyu ele alan yazarın, geçmişi ve kişisel görüşleri, seçtiği kaynaklar, kaynakları analizi ve yorumlayışını derinden etkiler. Bunun yanında, ne kadar tarafsız olmaya kalsa da, her insanın bilinçaltında kendisinin bile farkına varmadığı, öngörüler vardır. Bunlar, çeşitli yorumlarla esere yansıyabilir.

Bu kısa açıklamayı gözönüne alarak, Paul Carell’in Türkçe’ye çevrilmiş kitaplarına bir göz atalım.

1963 yılında yayınlanan, “Unternehmen Barbarossa”, dilimize “Barbarossa Harekâtı / 1941-1945 Alman-Sovyet Savaşı” olarak, emekli albay Hüsnü Erentok tarafından çevrilen ilk kitabıdır. 1973-74 yıllarında 3 cilt halinde ülkemizde Sinan Yayınlarınca piyasaya verilen kitaplar, 3. hamur kağıda basılmış ve karton kapaklıdır. 1. cildi 372 sayfa, 2, cildi 438 sayfa ve 3. cildi 591 sayfadan, toplam 1401 sayfadan oluşan bir eser.


1981 yılında, Baskan Yayınları’nın “İkinci Dünya Savaşı Belgeseli” isimli dizisinde, “Kursk Savaşı” olarak dilimize çevrilen ikinci kitabını görüyoruz. Sâmih Tiryakioğlu tarafından tercümenin, Fransızca basımdan yapıldığı, kitabın orijinalinin “La bataille de Koursk” olarak not düşülmüş olmasından anlaşılıyor. (Aslında, kitabın başlığının “Kursk muharebesi” olması gerekiyor!)Kitap, 272 sayfadan oluşuyor. (Sonunda, “Kaynaklar” gibi bir ek yok, orijinalinde de böyle olup olmadığını bilmiyorum.)


Alias Paul Carell’in dilimize çevrilen diğer bir kitabı, yine Baskan Yayınları’nın “İkinci Dünya Savaşı Belgeseli” isimli dizisinde, 1983 yılında yayınlanmış. İsmi, “Stalingrad’ı sonrası” olan kitap yine Sâmih Tiryakioğlu tarafından Fransızca basımdan (“Après Stalingrad”)  tercüme edilmiş. Orijinali Paul Carell tarafından 1966 yılında “Verbrannte Erde:Schlacht zwischen Volga und Weichsel” (Yanmış toprak: Volga ile Vistül arasında ki sefer) ismiyle yayınlanmış. Fransızca basımı 1969 yılına ait olan kitap, Aralık 1942 – Mart 1943 tarihleri arasında, Stalingrad kuşatması esnasında ve sonrasında, Alman Güney Ordular grubunun Kafkaslar’dan başlayan geri çekilmesini anlatır.


Aynı yıl, bu sefer, İbrahim Artuç’un tercümesi ile “Çöl tilkisi: Rommel” kitabı, Carell’in dilimize kazandırılan diğer bir eseri. Kitabın orijinal ismi, “Die Wüstenfüchse. Mit Rommel in Afrika” (Afrika tilkileri. Rommel ile birlikte Afrika) olup, 1964 yılında yayınlanmış. (Burada gözümüze çarpan, Baskan Yayınları’nın, isminin, Kastaş Yayınları olarak değişmesi oluyor.)


Yazarın dilimize çevrilmeyen diğer kitapları:

Sie kommen! Die İnvasion der Amerikaner und Briten in der Normandie 1944, 1960 (Geliyorlar! 1944 yılında, Amerikalı ve İngilizlerin Normandiya’yı işgali)

Stalingrad. Sieg und Untergang der 6. Armee, 1992 (Stalingrad. Zafer ve 6. Ordunun yıkımı)
Die Gefangenen. Leben und Überleben deutscher Soldaten hinter Stacheldraht, 1980 (Esirler. Dikenli teller arkasında Alman askerlerinin hayatı ve hayatta kalma mücadelesi)

Der Russlandkrieg. Fotografiert von Soldaten. Der Bildband zur Unternehmen Barbarossa und Verbrannte Erde, 1968 [Rusya savaşı. Askerler tarafından çekilen fotoğraflar. Barbarossa harekâtı ve "Yanmış toprak" dair albüm]

2 Şubat 2014 Pazar

Stalingrad muharebesi'nin bitişi ve Alman 6. Ordu'sunun sonu!

Bugün 2. Dünya Savaşı'na damgasını vurmuş başka bir muharebenin bitiş günü:

"Stalingrad kuşatması"

Veya diğer adıyla, "Stalingrad muharebesi"

Bolşevik devrimi sonrasında, diğer bir çok şehir gibi, ismi değiştirilen ve "Stalingrad" konulan, Volga nehrinin kıyısındaki bu şehir, büyük bir endüstri ve ticaret/taşımacılık ağına sahipti.

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/9/94/Map_european_russia_volgograd.png

Hem bu stratejik konumu, hem de Hitler'in, "Stalin'in şehrini alın!" şeklinde vermiş olabileceği düşünülen (lafı bilerek yuvarladım; çünkü elimizde kesin bir belge yok!) bir emir nedeniyle, 1 Ağustos 1942 tarihinden, 2 Şubat 1943 tarihine kadar süren, "Stalingrad Muharebesi" veya "Stalingrad Kuşatması" General Friedrich Paulus komutasındaki Alman 6. ordusunun teslim olması ile sonuçlanmıştır.

Nazi Almanyasının 22 Haziran 1941 tarihinde, "Barbarossa Harekatı" adı altında, Sovyetler Birliği'ne saldırmasının ardından geçen bir yıldan fazla sürede, hem Alman ordusu tarafından uygulanan "Blitzkrieg" (Yıldırım savaşı) tekniğinin başarısı sonucu, hem de Stalin'in 1937 yılında uyguladığı temizlik sonrasında teknolojik ve yönetim açısından zayıf olan Rus ordusunun verdiği kayıplar:

1 milyon kayıp ve 3 milyon esir (toplam 4 milyon!) idi.

Buna rağmen, Rus Genelkurmayı STAWKA'nın verilerine göre, halen,

16 milyon Sovyet vatandaşı silah altına alınma yaşında idi.

Ural dağlarının ardına taşınmış olan, Sovyet endüstrisi yılda,

4500 tank,

3000 uçak,

14.000 top üretmekteydi.

Bu esnada, Sovyet işgaline başlayan Alman ordusundaki, her 10 tanktan ancak, 1 tanesi işler haldeydi.

İşte tüm bu gerçekleri göz ardı eden Hitler; Rusların, tükenme aşamasına geldikleri iddiasıyla, Stalingrad ve Kafkaslar'a aynı anda saldırma kararı alır.

Ama, yalnız o değil, aynı zamanda, Alman ordusuna komuta eden bir çok general de, aynı yanılgıya düşmüşlerdir.

Örneğin, Ordu Grubu A'nın komutanı olan, Ewald von Kleist, "4. Tank Ordusu'nun sadece, Stalingrad'a giden yolları tıkadığını!" vurgulayarak, bu ordunun büyük bir kısmını, Kafkaslar'ı işgale göndermiştir.

Halbuki, Barbarossa Harekatı'nın ilk yapılan planlarına göre, 4. Tank Ordusunun, 6. Ordu ile birlikte Stalingrad'a saldırması ve kanatları koruması gerekiyordu.

General Paulus komutasında,
Alman 6. Ordu ile 4. Tank Ordusunun küçük bir kısmı,
3 İtalyan,
1 Macar tümeni
ile
bir Hırvat alayı (369. alay) bulunmaktaydı.

Kuşatma ile ilgili çarpıcı bir veriler:

Almanlar ve müttefiklerinin askeri gücü 850.000 asker

Bunların arasında, 50.000 adet Alman ordusu tarafından esir alınmış, Sovyet askeri bulunmakta idi. Çeşitli nedenlerden dolayı taraf değiştirmiş, bu askerlere Almanlar tarafından takılan isim Hiwi (Hilfswillige: yardım etmeye gönüllü anlamında) idi.

Gönüllü olmak için, çeşitli nedenler vardı. Bunlar, esir kamplarında bakımsızlık nedeniyle oluşan, tifüs, kolera, v.b. hastalıklardan ölmek yerine, şansını cephede denemek istemekten, zorla Sovyet sistemi tarafından askere alındığı için taraf değiştirenlere; Stalin'in uyguladığı, "temizlik" harekatları esnasında kaybettiği aile bireylerinin intikamını almak isteyenlere kadar çok çeşitli nedenlerden dolayı taraf değiştiren bu askerlerin, savaş sonuna kadar, beklenenden çok dadha sadık bir biçimde Almanların yanında savaştığı, Alman kayıtlarında vurgulanmıştır.



Sovyetler Birliğinin askeri gücü 1.700.000 asker!

Stalin'in, muharebe başladığı zaman verdiği, "Sivillerin şehri terk etmesi yasak!" emri, Sovyetlerin verdiği sivil kaybın yüksekliğinde önemli rol oynamıştır.

Çünkü 2. Dünya Savaşı'nın başından beri, Alman Hava Kuvvetleri'nin (Luftwaffe) sivil-askeri hedef ayrımı yapmadan, her yerleşim yerini bombaladığı bilinen bir gerçek idi.

Bütün muharebe boyunca Luftwaffe şehre 100.000 ton bomba atmıştır.

Ancak Ağustos sonunda, şehrin kuşatma altında olduğu kabul edilince, sivillerin tahliyesine başlanmış; ancak bu kadar büyük bir şehir nüfusunun boşaltılması mümkün olmadığından, yaklaşık 75.000 sivil kışı, yıkıntıların arasında, her türlü destekten yoksun geçirmek zorunda kalmış ve çoğu donarak veya açlıktan ölmüştür.

28 Temmuz 1942 tarihinde, Stalin ünlü, "Tek bir adım bile geri çekilinmeyecek!" emrini vermiş; aynı zamanda, korkaklık gösteren ve firar eden Rus askerlerinin yakalandıkları yerde vurulması için ceza ve idam takımları kurdurtmuştur.

Bunlardan birisine de, gelecek Komünist Partisi Birinci sekreterlerinden birisi olan Nikita Kruşçev komuta etmistir.

6. Ordu ve beraberindeki müttefikler 12 Kasım 1942 tarihine kadar, şehrin %90'lık kısmını çok büyük kayıplar vererek ele geçirmişlerdir.

Öyle ki Hitler, ünlü "Löwenbraeukeller" (Bugün, Münih'de, hàlà, çok turistik bir birahane olan) konuşmasında, Stalingrad'ın düştüğünü ilan etmiştir. (Daha sonra kafasına düştü!)

http://www.youtube.com/watch?v=_7GZqDydOtg&feature=related

Konuşmasının, bir yerinde "Biz onu (Stalingrad) aldık! Volga'dan yukarıya (kuzeye), artık hiçbir gemi gidemiyor!" diyerek, şehrin önemini bir kere daha vurgular.

"Sturmpioniere" adı verilen "yakın mesafe dövüşlerine uygun hafif silahlarla donatılmış piyadeler", ilk olarak 2. Dünya savaşı'nın bu devresinde ortaya çıkmışlar ve o zamanki piyade için, sıradışı bir donanım olan makinalı tüfek, alev makinası ve ağır patlayıcılarla donatılan bu takımlar, şehrin geriye kalan %10'luk bölümünü ele geçirmek için kullanılmıştır.

Alman birliklerinde disiplin suçu işleyen askerler, ceza olarak, bu birliklere tayin edilmişlerdir.

Bilhassa, savaşın bu son bölümünde, artık, "sokak savaşı" deyimi yetersiz kalıyordu; çünkü apartman katlarını, hatta bazen daireleri ele geçirmek için, çok kanlı bir mücadele veriliyordu.

1993 yılı Alman yapımı "Stalingrad" filmi, hem bu çatışmaları göstermesi açısından, hem de yeni oluşturulan birlikleri konu alması bakımından ilginçtir.

Aşağıda filmden bir kesit:
http://www.youtube.com/watch?v=uXNrYoO-7qU&feature=related

Şehrin neredeyse tamamını ele geçirmelerine rağmen 6. ordu, 19 kasım 1942 tarihinde başlayan "Operasyon Uranus" isimli Sovyet karşı saldırısı ile 5 gün gibi kısa bir süre de kuşatıldı.

Yani, kuşatanlar, kuşatılanlarla yer değiştirdi.

General Paulus, elinde yeteri kadar malzeme olmadığından kuşatma yarma girişiminde bulunamadı.

Hava Kuvvetleri Generali Hermann Göring, Hitler'e 6. ordunun ihtiyacı olan, günlük 550 ton malzemeyi havadan gönderebileceğini garanti ettiyse de; kuşatma sonuna kadar ortalama olarak, günde sadece 100 ton gönderilebildi.

Ocak 1943 tarihinde, kuşatma altındaki her Alman askerinin günlük tayını 60 gramlık ekmekten oluşuyordu.

Tüm çabalarına karşın, azalmakta olan mühimmat ve yiyecek bir yandan, kuşatmanın içerden veya dışardan yarılma ümidinin kalmaması nedeniyle, 31 Ocak 1942 tarihinde General Paulus, 6. ordunun teslim olma anlaşmasını imzalar.

Böylelikle, 2. Dünya Savaşı'nda ilk defa, bir Alman ordusu teslim olur (savaş dışı bırakılır!) ve bir Alman generali düşmana esir düşer.

Savaş sonrasında her iki tarafın ölü sayısı:

Almanlar ve müttefikleri: 150.000 asker

Sovyetler Birliği: 500.000 asker ve 500.000 sivil

Esir düşen Alman asker sayısı 120.000

Savaş bittikten sonra, Sovyetlerdeki esaretten ülkesine geri dönen Alman esir sayısı 6.000

Bu muharebe, Doğu cephesinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir; çünkü bu andan itibaren, insiyatif Sovyetlerin eline geçmiştir ve Alman Genel Karargahı, savaşın gidişatını değiştirecek insan ve malzeme gücünün sınırını geçtiğini anlamıştır.

Bu muharebe, günümüze kadar, bir çok filme, kitaba, savaş oyununa (acı da olsa!) konu olmuştur.

Bir daha başka "Stalingrad"'lar olmaması dileğiyle!