Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

Napolyon Savaşları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Napolyon Savaşları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2015 Perşembe

Waterloo meydan muharebesinin 200. yılı!

Bugün, bundan 200 yıl önce, Dünya tarihine damgasını vurmuş askeri dehalardan birisi olan Napolyon Bonapart, son meydan muharebesini, Waterloo’da kaybederek, tarih sahnesinden tamamiyle çekildi.

Bu önemli zaferi/günü kutlamak için, İngiltere’nin yönetiminde, Waterloo’da (bugünkü Belçika), büyük bir kutlama yapıldı.

1789 Fransız Devrimi sonrasında başlayan, “Devrim savaşları”, aslında, halk devriminin kendi topraklarına da yayılmasından korkan, tüm Avrupa imparatorluklarının çeşitli ittifaklar kurarak Fransa’ya saldırmasıyla başlamıştır. Bu savaşlar esnasında, yıldızı parlayan Napolyon, çok büyük bir hızla askeri kariyer basamaklarını çıkmıştır.

Sonunda, Fransız orduları komutanı olarak, karşısına çıkan tüm İttifak ordularını yenmiş, Avrupa’yı, İngiltere, İskandinav ülkeleri, Rusya ve Habsburg’lar haricinde işgal etmiştir.

Devrimin yarattığı fırsatlardan yola çıkarak, tüm bu zaferlerden sonra, kendisini “imparator “ilan etmesi de, tarihin ironik bir cilvesidir.

Ancak, çoğu “tek adam” gibi, sonunda kendi egosuna yenik düşmüş; kendi askeri dehasının ve Fransız ordularının doğal sınırları aşmaya kalkarak, 1813 Rusya seferi ile sonunu, yine kendisi hazırlamıştır.

Rusya seferi sonunda, ordusunun büyük bir kısmını kaybederek geri çekilmiş, teslim olmuş ve Elba adasına sürgüne gönderilmiştir.

1815 yılında, son “100 günlük” bir askeri sefer daha başlatarak, 18 Haziran tarihinde, Waterloo meydan muharebesinde, İngiliz dükü Wellington karşısında yenilgiye uğradı.

Muharebe, neredeyse bütün gün, Fransız kuvvetleri ile, Wellington komutasında ki “Müttefik” kuvvetler arasında geçmiştir. Hava kararmaktayken, Napolyon’un sağ kanadına bütün gücü ile saldıran Prusya kuvvetleri muharebeyi sonuçlandıran vuruşu gerçekleştirmişlerdir.

Blücher komutasında ki Prusya kuvvetleri zamanında yetişmeseydi; bir önce ki gün yağan yoğun yağmur nedeniyle, çamura bulanan toprağın en azından bir miktar kurumasını beklemek zorunda kalan Napolyon daha erken saatlerde saldırıya geçebilseydi; Wellington komutasında yer alan Alman kökenli Hannoverli, Belçikalı, Hollandalı askerler kendilerinden beklenenden daha üstün bir direniş göstermeseydiler; muharebe nasıl sonuçlanırdı?

Bu ve benzeri bir çok soru bugün hala askeri tarihçilerin tartıştıkları konulardır.

Biz, günün anlamına limon sıkmayalım ve “Bu yolda galiptir, mağlup!” diyerek, askeri dahi Napolyon Bonapart’a da şapka çıkartalım.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Waterloo (filminden) bir alıntı!

Waterloo Muharebesi bağlamında, "Waterloo" filminden kısa bir parça. Şahsen, "Savaş filmleri klasikleri" arasında yer veririm.


Bu videonun ilk 3 dakikası, her ne kadar "Wellington'u, bir zafer kazanan komutan olarak, göstermese de", Waterloo muharebesinin son anlarını, çok güzel anlatır.

Filmi de mutlaka seyredin!

https://www.youtube.com/watch?v=23QPnvBaSoQ



9 Haziran 2014 Pazartesi

Topyekûn savaş nedir?

2. Dünya Savaşı üzerine yapılan sohbet ve tartışmalarda, genellikle silahlar, komutanlar, liderler ve belirli muharebeler ön plandadır. “Hangi silah daha güçlüydü? Kim daha iyi komutandı? Hangi lider ülkesini daha başarıyla yönetti? Hangi muharebede hangi taraf ne hatalar yaptı?” şeklinde sorular etrafında dönen konuşmalar yapılır. Genelde, sohbetin başında kim hangi fikri savunuyorsa, sohbet bittiğinde de aynı fikirdedir. Diğer bir deyişle, bir fikir alışverişinden söz etmek olası değildir.

Ancak, tüm bu sohbet ve tartışmalarda, en çok göz ardı edilen konu “topyekûn savaş” olgusudur.


Almanlar’ın hızlı zaferler kazandığı 1939-1941 döneminden sonra, 2. Dünya Savaşı’nın o güne kadar ki “kısa ve sınırlı” savaş özelliği, “yıpratma savaşına” dönüşmüştür. “Yıpratma savaşı” kavramı aslında, “topyekûn savaş”’ın birinci özelliğidir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, başta silah teknolojisi olmak üzere, cephane ve lojistik unsurlarla birlikte savaş, endüstriyel bir karakter kazandı. Muharebe alanlarında savaşan asker sayısının artması, birden fazla ordunun farklı cephelerde savaşabilir hale gelmesi, kitle ordularının yarattığı bir neden-sonuç ilişkisi bağlamında, savaşı, sadece askerleri ve orduyu ilgilendiren bir olgu olmaktan çıkardı. Artan asker ve silah sayısı, daha fazla üretim, daha fazla üretim, daha fazla sayıda işçi ve üretim merkezi demekti. Bu yeni üretim merkezlerinin,  daha fazla hammadde, daha karmaşık ve verimli bir iktisat ve sanayi organizasyonuna ihtiyacı vardı.

Askere alınan erkek sayısının artması, sanayi ve tarımsal üretimin azalması demekti. Bunu engellemek için, savaşa gidemeyecek kadar yaşlı ve genç erkekler sanayi ve tarımsal üretime dahil edildi. Bunun da yetersiz kaldığı durumlarda, kadınlar, klasik toplumsal rollerini bırakıp, üretim konusunda, en azından, erkekler kadar iyi olduklarını gösterdiler. Savaş mallarının giderek artan üretimi, diğer ihtiyaç mallarının üretimini azaltınca, karne sistemi başladı. Karaborsa ve fahiş fiyat artışını engellemek için iktisadi bir takım önlemler alındı. Ancak, hem kaybeden hem de kazanan ülkeler, büyük cari açıklara ve enflasyona mahkûmdular.

1942 yılı başında, Nazi Almanya’sı artık, S.S.C.B., A.B.D. ve Britanya İmparatorluğu’ndan oluşan (burada özellikle vurgulanması gereken, sadece İngiltere ve İrlanda adalarından oluşmadığı) üçlü bir ittifaka karşı savaşmaktaydı. (Topyekûn savaş konusu irdelenirken, Özgür Fransız ordusu veya Bağımsız Polonya birlikleri gibi, üretim kapasitesine sahip olmayan, askeri birliklerden bahsetmiyoruz.) Her üç ülke, gerek insan gücü, gerekse üretim kapasitesi açısından Nazi Almanya’sından üstündü. (Britanya İmparatorluğu’nun üretim hızı ve buna bağlı olarak miktarı konusunda göz ardı edilemeyecek zaafları olsa da!)

Bu yazıda, söz konusu üç ülkenin sahip olduğu özelliklere fazla değinmek yerine, “topyekûn savaş” kavramını açıklamak istiyorum.

Bu savaş şeklinin, hangi savaştan itibaren, askeri tarihe damgasını vurduğu hala tartışılmaktadır. Bazı askeri tarihçiler tarafından, Dünya tarihinin, ilk “Dünya savaşı” olarak gösterilen, 7 Yıl Savaşları (1756-1763), aynı zamanda, ilk “topyekûn savaş” olarak da kabul edilir. Bir kısım tarihçi için, 1. Fransız Cumhuriyeti’nin “Devrim savaşları”’nı (1792-1802), bu özelliği taşıyan ilk savaştır. Ancak, askeri tarihçilerin çoğu, Napolyon Savaşları’nı (1803-1815), ilk “topyekûn savaş” olarak gösterir.

Bir savaşın, “topyekûn savaş” olarak nitelendirilebilmesi için hangi özelliklere sahip olması gerekir?

-Savaşın yayıldığı coğrafi alanın büyük olması,
-Uzun sürmesi (zaman kavramı, çok tartışılabilir olsa da!),
-Savaşa katılan insan sayısının çokluğu,
-Ekonomik kaynakların giderek artan bir yüzdeyle savaş ürünleri üretimine ayrılması (Bu kavrama, sanayi, tarım ve ticaret üretimini, hammadde ve insan sayısını dâhil edebiliriz),
-Savaşın, sadece muharebe alanlarında ve cephede gerçekleşen çatışmalardan değil de, giderek sivilleri de içine alan bir boyut kazanması en önemli özelliklerdir.

7 Yıl Savaşları’na kadar, savaş olgusu, genellikle, askerleri ve yönetici sınıfı ilgilendiren ve yılın belirli dönemlerinde, sınırlı bir coğrafyada gerçekleşirdi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransa başta olmak üzere, birçok Batı ve Orta Avrupa ülkesinde nüfus hızla arttı. Buna paralel olarak, Sanayi Devrimi’nin yayılmaya başlaması, silah teknolojisinin ilerlemesi ve üretiminin artması, ülkelerin birden fazla orduya sahip olmasına imkân verdi.