Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

31 Aralık 2015 Perşembe

2015'i bitirirken!

2015 yılının şu son saatlerinde, yeni yılın, hekes için daha sağlıklı, mutlu ve başarılı olmasını dilerim.

Bloğumuzun konusu "askeri tarih"; ama, "savaş" olgusunun Dünya'dan silindiği bir yeni yıl umuduyla...

27 Aralık 2015 Pazar

Günün kitabı: Irak'ta Türk Ordusu (1914 - 1918)

Bugünkü kitabımızın içeriği farklı. Konusu, “askeri tarih” yayınları arasında, çoğu zaman göz ardı edilen ya da kısa bölümlerle değinilen orduların organizasyonu ve lojistiği.

Lojistik konulu bir ödev yazarken keşfettiğim, kitabın ismi, “Irak'ta Türk Ordusu(1914 - 1918)“. Yazarı Orhan Avcı olan kitap, Vadi Yayınları tarafından 2004 yılında piyasaya verilmiş. Toplamda 333 sayfadan oluşuyor.

Orhan Avcı’nın, 1997 yılında, Hacetepe Üniversite, Atatürk İlkeleri ve Inkılâp Tarihi Enstitüsü’nde verdiği doktora tezinin, ana bölümlerinden ortaya çıkan bir eser.


Orhan Avcı, doktora çalışmasında, 1. Dünya Savaşı boyunca, Irak cephesinde görev yapan, Türk ordusunun organizasyonunu ve 4 yıl boyunca geçirdiği gelişmeleri incelemiş.


Askeri teşkilatın genel yapısı, gerçekten çok değişik açılardan ele alınmış. Sadece orduyu oluşturan birimleri değil, lojistik başta olmak üzere, cephe gerisinde, görev alan tüm askeri birimler kitabın konusuna dahil edilmiş. Bunun yanında, askeri birimlerle irtibat ve alışveriş içinde olan sivil kurumlar ve bunların gelişimi farklı bölümlerde incelenmiş, bunların savaşın getirdiği etkiler karşısında ki tepkileri örneklerle açıklanmış.

Genel olarak, muharebe veya harekâtları değil, cephe gerisini, oldukça geniş ve ayrıntılı bir biçimde ele alan bir kitap.

Napolyon’un, „Her ordu, midesiyle yürür!“ sözünü hatırlatıp, başta lojistik olmak üzere, askeri ve sivil kurum ve oluşumları, 1. Dünya Savaşı’nda Irak cephesi bağlamında ele alan bu kitabı herkese tavsiye ederim.

Not: Herhangi bir muharebenin gelişimini anlatan eserler kadar, akıcı olmasa da, askeri tarih kütüphanesinde bulunması gereken bir doktora çalışması.

24 Aralık 2015 Perşembe

Hıristiyan arkadaşlarımıza "Mutlu bir Noel" dileğimizle...

Hıristiyan arkadaşlarımıza, huzurlu(!) bir Noel dileğimizle...




21 Aralık 2015 Pazartesi

Günün kitabı: Gerhard Schreiber / “der zweite Weltkrieg" (2.Dünya Savaşı) / C.H.Beck / Wissen

Bugün, „savaş tarihi kitapları“ serimize Almanca kitaplardan birisinin tanıtımı ile devam ediyoruz.
 
Gerhard Schreiber’in yazdığı “der zweite Weltkrieg” (2.Dünya Savaşı) isimli kitap, bizim eskiden „cep kitapları“ dediğimiz formatta basılmış.
 
Almanya’da,  C.H.Beck isimli yayınevinin, “Wissen” (Bilgi) alt başlığı altında yayınladığı bu “cep kitapları” serisi, çok tutulur. Ele aldığı konuları, “az ve öz” diyebileceğimiz bir yaklaşımla irdeler.



 
100-150 sayfa arasında, kolay bir dille ve akıcı bir anlatımla, fazla derine inmeden, bir nevi “başvuru kitabı” niteliğindedir. Ancak, bazı konuları irdelerken, konunun içeriği gereği, okuyucuyu zorlayan bölümlere rastlanır. Bunun yanında, yazarın anlatım/yazım dilinin önemini de, göz ardı edemeyiz.
 
Hem formatı, hem de bu format sayesinde, düşük fiyatı nedeniyle çok tutulan bir seridir. (E-kitabın, Almanya’da da hızla yayılmasına rağmen!)

Gerhard Schreiber, bilhassa, 2.Dünya Savaşı’nın İtalya cephesi konusunda uzmanlaşmıştır. Askeri strateji ve taktiklerden ziyade, “Alman savaş suçları” uzmanlık alanına girer.
 
127 sayfalık kitap, kapak ve arka kapak içinde yer alan 4 adet harita içermektedir. Bu formatta, her bir haritanın yarım sayfalık bir alana sahip olduğunu düşünürsek, haritalara daha fazla yer vermeleri gerektiğini, rahatlıkla söyleyebiliriz.
 
8 ayrı bölüme ayrılmış, önsöz ve sonsöz kısımlarını ayırırsak, 6 ana bölümü var.
 
-Savaşa gidiş

-Yan cepheler

-Ana savaşa hazırlık (Sovyet Rusya’ya saldırıyı kastediyor!)

-Dünya savaşına dönüşüm ve özellikleri

-Kesin zafere giden yollar

-2.Dünya Savaşı’nın mirası

8,95 Avroluk fiyatı ile, Almanya için, ucuz ve konuya başlayanların rahatlıkla okuyabilecekleri bir kitap.

17 Aralık 2015 Perşembe

Günün kitabı: Büyükamiral Karl Dönitz'in Anıları!

Muzaffer Elaldı tarafından çevrilen kitap, 1963 yılında, Deniz Kuvvetleri basımevi tarafından piyasaya sunulmuş. Türkçe'ye tercümesi 355 sayfa tutan kitap,  herkese tavsiye edebileceğim bir eser.

Piyasadan temini zor olduğundan, bulduğunuzda kaçırmayın, derim!




13 Aralık 2015 Pazar

2. Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında, Alman tankı Panzer II'nin özellikleri ve gelişimi!

1935 yılında üretilmeye başlanan, “Panzer II” 2 adet makineli tüfek yerine 1 adet makineli tüfek ve 1 adet top taşıyordu.  Kullanılan bu topun, İngilizce "armour piercing" ("zırh delici" olarak tercüme edebileceğimiz!) olması özellikle tercih edilmişti. (Not: Tüm tank toplarının bu özelliğe sahip olmadığını, ilk üretilen Panzer 4'lerde göreceğiz!)

Panzer II'nin ilk tipleri 8 ton ağırlığındayken, sonradan üretilen tiplerde ağırlık 10 tona kadar çıktı. Bir adet 7,92 mm.'lik makineli tüfek ve 1 adet 20 mm.'lik adet top taşıyordu. Zırhının kalınlığı A tipi modelde 13 mm. iken H tipi modelde 30 mm.'e kadar çıkmıştı.

Hafif bir tank olmasına rağmen, 3 kişilik mürettebatı sayesinde, hafif Fransız tankları (kendi sınıfında diye isimlendirebilecegimiz) bir karşılaştırma yapıldığında, çok daha iyi verim alınmıştır. Bunda en büyük rolü, süspansiyon sistemi ve sağlam mekanik düzeneği oynamıştır. R-35, Hotchkis 35 ve 39 gibi hafif Fransız tankları, bilhassa arazi koşullarında, sürekli arızalanır ve denge sorunları nedeniyle, engelleri aşmada yetersiz kalırken, Panzer II çok başarılı olmuştur. Ayrıca, sözü edilen tanklara kıyasla daha hızlı olması, manevra kabiliyetini arttırarak, muharebe alanlarında, taktik bir üstünlük sağlamıştır.

"Bowington Tank müzesi" / İngiltere

Ortalama hızı olan saatte 35 mil ile aslında, "keşif" amaçlı kullanıma çok yatkın bir tank idi. Daha savaşın başlarında, çoğu müttefik tankı karşısında koruma ve ateş gücü bakımından yetersiz hale gelmişti.

Fransa seferine katılan “Panzer II” sayısı 950 adettir ki, bu sayı Fransa seferine katılan Alman ordusundaki tank sayısının, neredeyse  yarısına eşittir. Zırhın maksimum kalınlığı 15 milimetre, ana silahı 20 milimetrelik bir top idi. Bu top, aslında ucaksavardan modifiye edilmiştir. Müttefik tankları üzerinde tahrip edici bir etkisi yoktu. Bu açıdan bakıldığında “Panzer II”, aslında zırhlı ve paletli bir keşif aracı idi. Bir adette 7,92 milimetrelik makineli tüfeği vardı.
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Tank

9 Aralık 2015 Çarşamba

2. Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında, Alman tankı Panzer I'in özellikleri ve gelişimi!

Her ne kadar, Alman ordusu manevra kabiliyeti yüksek bir ordu olarak kabul edilse de, gerçek bundan çok farklıydı. Almanya, gerekli yeraltı kaynaklarına ve askeri üretim kapasitesine sahip olmadığından dolayı, gerçekleşecek olan bir savaşta, çok kısa sürede ulaşabileceği bir zafere ihtiyaç duymaktaydı.

Versay antlaşmasının getirdiği kısıtlamalar yüzünden, "zırhlı araç" üretmesi yasak olan Almanya, "traktör üretimi" adı altında, gizlice "tank" araştırma ve geliştirme çalışmalarına başlamıştı. 1920'lerin sonlarında ve 1930'ların başında, Sovyet Rusya ile yapılan gizli anlaşmalar sayesinde, Alman subaylar ve bilim adamları, Sovyet topraklarında ki üslerde bir takım prototipler ürettiler.

Hitler'in başkanlığında iktidarı ele geçiren Naziler, 1934 yılından itibaren, Versay antlaşmasını geçersiz ilan ettiler. O tarihe kadar yapılan gizli araştırmalarda elde edilen sonuçlar ışığında, planlı bir tank üretimi başlatıldı.

1. Dünya Savaşı'nda ki "tank üretimi felsefesinin", bire bir yansıması olan Panzer I tankının, tek bir amacı vardı. İlerleyen piyadeye, makineli tüfek ateşi ile destek sağlamak! Bu sayede, düşman siperlerinde ki piyadeler ve düşman müstahkem mevzilerinde ki makineli tüfek personeli etkisiz hale getirilecekti. Diğer bir deyişle, Panzer I, sürekli bir "sindirme ateşi" uygulayabilen, hareketli bir makineli tüfek yuvası idi.

Deutsches Panzermuseum Munster

Bu amaçla üretilen ilk Alman tankı olarak, daha üretildiği yıllarda, ağır İngiliz ve Fransız tankları karşısında tamamiyle etkisizdi. Sahip olduğu zırh, ne bu tip düşman tanklarının toplarından, ne de tanksavar silahlarından koruyordu. Aslında, Alman subaylar ve konu ile ilgili herkes, bu tip bir aracın sadece, "eğitim amaçlı" bir tank prototipi olduğunu biliyordu. Ancak, savaş başladıktan sonra, zaman ilerledikçe, komuta tankı, cephane ve/veya mühimmat tankı, bakım aracı, vb. amaçlarla kullanıldı.

Bunların yanında, ilk "kundağı motorlu tanksavar" olarak bile kullanılmıştır ki, bu konuyu başka bir başlıkta ele alacağız.
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Tank

7 Aralık 2015 Pazartesi

"Atlas Tarih" dergisinin, 37. sayısı (Aralık 2015/Ocak 2016)!

Bu ay tarih meraklıları için bereketli bir ay; çünkü “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin yanında, tanıtmak istediğim ikinci bir dergi daha var.

O da “Atlas Tarih”. İki ayda bir yayınlanan bu süreli yayının 37. sayısı (Aralık 2015/Ocak 2016) çıktı.


Bu ayki sayfa sayısı 146 olan derginin, satış fiyatı 14.- TL.

Gazete bayiine.. (En azından eskiden öyleydi!)

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

tarihdergileri

4 Aralık 2015 Cuma

Günün dergisi: Posta arabası

Günün dergisi: Posta arabası

Fuat Aktüre tarafından hazırlanan “Posta Arabası” dergisinin 3. sayısı, bir kaç hafta önce, satışa sunuldu. Dergiyi elimize aldığımızda gözümüze ilk çarpan unsur, sayfa sayısının çokluğu oldu. İlk sayısı çıktığında, 136 sayfayı görüpte, “çok” diyenler, bir kere daha şaşırmaya hazır olsunlar. Bu sayı, 164 sayfadan oluşuyor. İkinci sayısının 150 sayfayı kapsadığını hatırlarsak, istikrarlı bir artış söz konusu.

Kapak resmi, D. Busset tarafından yapılmış, arka kapağında da Yıldırım Örer’in, yaratmakta olduğu “Kılavuz” isimli, yeni bir kahramanın müjdesi veriliyor. Dergi toplamda 8 adet kısa öykü tarzında çizgi roman içeriyor. Bunun yanında, 11 farklı konuyu ele alan, çeşitli uzunlukta makale var.

Makalelerin ele aldığı konular,

-Renzo Calegari isimli, Western üzerine uzmanlaşmış  İtalyan bir çizer,

-Ken Parker’ın yaratıcısı, İva Milazzo ile yapılmış bir söyleşinin tercümesi,

-Vahşi Batı’nın tarihçesi,

-Eleuteri Serpieri isimli yeni Tex çizerini konu alan bir derleme,

-“Savaş tarihi” isimli yeni ve farklı bir köşede, Fehmi Ardalı'nın yazdığı, “Tank ve Blitzkrieg" makalesi,

-Çiko’nun hikâyesi,

-“Polisiye durumlar” web sayfasından, Ümit Deniz’in hayatı ve eserleri hakkında bir yazı,

-Bu sayının dosyası ise, “Korku çizgiromanları”

-Beyazperdeden çizgiromana, bilmece sayfası, ülkemizde çizgiroman tarihi, çizgiroman ve müzik başlıkları altında, birbirinden farklı bölümlerde, değişik ilgi alanları ile çizgiroman arasında ki, kültürel alışveriş sonucu ortaya çıkan eserlere yer verilmiş.

Diğer bir değişle, sadece sayıca değil, içerik açısından da çok dolu bir sayı olmuş.

Teşekkürler Fuat Aktüre ve tüm yazarlar...

1 Aralık 2015 Salı

"‪#‎tarih"‬ dergisinin son sayısı...

Üzücü bir haber: Bu sayı, "‪#‎tarih"‬ dergisinin son sayısı.

Son çıkan 19. sayısı ile yayın hayatına son veren dergi NTV Tarih dergisinin kapanmasından sonra aynı ekip tarafından çıkarılıyordu.

Son sayısında yer alan metin:

“Elinizdeki sayıyla dergimiz yayın hayatına son veriyor.
“Sizlerin ilgisine rağmen, bağımsız bir yayını sürdürmenin maddi külfeti, biz, bu kararı almaya zorladı. 19 aylık birlikteliğimiz noktalanıyor ama, sizlerle birlikte çıktığımız bu tarih yolculuğu inşallah sona ermeyecek.”

Temmuz 2013’te kapatılan NTV Tarih dergisinde ki ekip 1 Haziran 2014'te "#tarih" dergisini çıkarmaya başlamıştı.

Derginin kapandığı yazısını okudum, çok üzüldüm. Bunu hiç haketmeyen bir yayındı.

Umarım, başka bir dergi ile karşımıza çıkarlar. Herşey için teşekkürler...

29 Kasım 2015 Pazar

Günün kitabı: Irak Seferi ve Esaret / Charles V.F. Townshend


Bugün tanıtmak istediğim kitabın adı, “Irak Seferi ve Esaret”, yazarı İngiliz komutan Charles V.F. Townshend. Kitap, Yeditepe Yayınevi’nin „Anı dizisi“ serisinde basılmış.

Osmanlı Ordusunun, 1. Dünya Savaşı'nda kazandığı iki büyük zafer vardır. Birincisi Çanakkale zaferi, diğeri ise, Kütü'l-Amare kuşatmasıdır. Çanakkale zaferini çok kişi bilir. Ancak Kütü'l Amare zaferi, maalesef, karanlıkta kalmıştır.

İngilizler “Mezopotamya Seferi” adı verdikleri Irak cephesinde, Osmanlı'ya karşı birçok muharebede üstünlük elde etmiş olmalarına rağmen, en son yapmış oldukları Selmanipak taarruzuyla birlikte zor duruma düşmüş ve Kütü'l Amare kuşatmasıyla birlikte de büyük bir mağlubiyet yaşamışlardır.
1. Dünya Savaşı'nın başında, İngiliz ordusu, Osmanlı İmparatorluğunun savaş ilanından hemen sonra, Kasım 1914'te Basra'yı işgal etti.
Bu, tabii ki, İngiliz Genelkurmay'ı tarafından önceden hazırlanmış "olası harekâtlardan" birisiydi ve başlıca 2 amacı vardı.
Birisi, her geçen gün, ekonomide ve savaş araçlarının (bilhassa, savaş gemilerinin!) kullanımında hayati bir önem kazanan, petrolün, ana kaynaklarından birisi olan Orta Doğu petrollerini ele geçirmek, diğeri ise,  İngiliz İmparatorluğunun mücevheri konumunda ki, Hindistan yolunun denetimini garanti altına almaktı.
1915'te Tümgeneral Townshend komutasındaki 6. Hint Tümeni, planın geri kalanını tamamlamak üzere Mezopotamya Seferi'ni başlattı. Amaç Selmanıpâk üzerinden Bağdat'a ilerleyerek bölgenin hâkimiyetini kısa sürede ele geçirmekti.
İlk çatışma ve muharebelerden, kendi beklentilerinden daha fazla başarı elde ederek, hızlı bir biçimde ilerleyen İngiliz ordusu, Selmanıpâk yakınlarında mevzilenen 6. Ordu karşısında yenilgiye uğradı ve  Kût-ül-amare'ye çekilmek zorunda kaldı.
Altıncı Ordunun komutanı Goltz Paşa idi. Ancak, Batı İran’da ki gelişmeler nedeniyle, sık sık komutayı Nureddin Paşa'ya bırakmaktaydı. Geri çekilen İngilizleri takip etmekte geç kalan, Nureddin Paşa’nın yerine Enver Paşa’nın akrabası olan Halil paşa atandı.
Kuşatma esnasında, İngilizlerin yolladığı bir çok destek kuvvetini mağlup etmeyi becerdi. Özellikle, su ve yiyecek sıkıntısı çeken, kuşatılmış İngiliz ordusu 29 Nisan 1916'da teslim oldu.
Osmanlı Devleti'nin, Çanakkale'nin yanı sıra, İngiliz ordusunu yenilgiye uğrattığı ikinci cephe Kût-ül-Amare oldu.
General Townshend, orijinal ismi, "My campaign in Mesopotamia" olan bu kitabı, 1920 yılında yayımlayarak, mağlubiyetini ve İstanbul’da geçirdiği esaret hayatını, belgeledi.
1921'de Askerî Tarih Encümeni tarafından notlandırılarak Türkçeye çevrilmiş olan kitabın , Yeditepe Yayınları'ndan çıkan 2007 baskısı, 696 sayfa ve fiyatı da 22,50 TL.

Bu arada, 2012 yılında, İş Bankası Kültür Yayınları Anı dizisinde, yeni bir baskısı daha çıktı.

Başlığı  biraz değiştirmişler.

Mezopotamya Seferim: Kurna, Kütülamare ve Selmanıpak Muharebeleri

Kitabın sayfa sayısı artarak, 736 sayfaya çıkmış. Fiyatı 24.- TL.

Not: İş Bankası Kültür Yayınları’nda çıkan eser, doğrudan, İngilizce’den tercüme edilmiş.

Bir gün birisi, okursa, bir yorum ekler, umarım.

24 Kasım 2015 Salı

Günün filmi: "ERTUGRUL 1890" / Türkçe kısa tanıtım filmi...

21 Kasım'da bahsettiğimiz, "Ertuğrul 1890" isimli Japon/Türk ortak yapımı filmin, Türkçe kısa tanıtım filmi...


22 Kasım 2015 Pazar

Pazar günü filmi: 125 YEARS MEMORY (Ertugrul) - 125 yıllık hafıza / Fragman

Pazar günü filmi köşesinde bugün bir fragmana yer veriyoruz.


Bizim yapmamız gerekeni, Japonlar yapmış! 1890 yılında, Ertuğrul Fırkateyni'nin Japonya sahillerinde batışı ile başlayan ve 1985'te 215 Japon vatandaşının, İran-Irak savaşından kurtarılmasıyla devam eden, bir yardımlaşma öyküsünün anlatıldığı, "Ertuğrul 1890" filmi...


17 Kasım 2015 Salı

Cumhuriyet gazetesinden, Orhan Bursalı'nın, "Adaletsiz gelir dağılımı ve Küresel terör", konulu yazısı!

Son terör saldırılarından sonra, gerçekçi bir durum analizi...

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/421053/Bariscil__adaletli_bir_kuresel_dunya_yoksa__savas_var.html

Linkten ulaşamayanlar için:

"1980-1990’ların sloganı küresel köy idi: İletişimin ışık hızıyla tüm dünyayı birbirine bağlaması ile köyün her evinde olan bitenleri izler hale geldi herkes. Birey sahneye çıktı ve her şey birey üzerine kuruldu. Tabii tüketim de birey başına indirgendi. Kapitalizm için bulunmaz bir nimet. Toplumsal normlar değişti.
Fakat küçük köyde sömürü arttı ve dünyanın her köşesine kadar uzandı.


Evet, orta sınıf büyüdü. Kapitalizm, rekabet gücünü artırmak için üretimini küresel düzeye yükseltip birim fiyatını iyice düşürmeye yöneldi. Teknolojik gelişmeler ve dünyanın her köşesine ulaşım ağının kurulması, bunu mümkün kıldı.


Küresel ölçekte mal ve hizmet üretimi, orta sınıfın büyümesini zaten kaçınılmaz kılıyordu: Müşteri sayısı artmalıydı! Bugün 1980’lerin üretimi ile 2015’lerin üretim ölçeklerini karşılaştırın. Bugün pek çok teknolojik cici şeye, orta sınıfın da aşağı kesimleri sahip.


Fakat nüfusu büyüyen dünyada artan bir şey daha vardı: Adaletsizlik... Gelir dağılımı eşitsizliği... Özgürlüklerin, insan haklarının baskı altına alınması...

 
1 milyarı aşkın bir nüfusun günde 1.90 dolar ile geçindiğini düşünürseniz, adaletsizliğin, refah dağılımının eşitsizliğini net görürsünüz. Bu düzende herkesi orta sınıf yapamazsınız, on yıllardır 1 milyar insan hep aç, yoksul, çıkış yolsuz ve ağır sömürü altında. 


Yani “küçük köy”ün en köle 1 milyarı, daha az köle 1 milyardan fazlası var. 


Değişmeyen bir şey var, dünyayı ateşe atan
Küçük köy’leşirken, hiç hesaba katılmayan bir şey vardı: Herkesin ne halt ettiğinin görülüyor olması. Her türlü bilgiye ulaşıyor, anında haberleşiliyor olması... Sömürü ve baskının ölçekleri... Köyün yüksek yerlerinde vur patlasın çal oynasın, alçak yerlerindeki umutsuzluk, karamsarlık, yoksulluk. 


Küresel köyleşirken, bir şey değişmedi: Dünya egemenlerinin, yani emperyalist güçlerin, iki yüz yıllık sömürü ve baskı politikaları. Dünya ticaretine egemen rolleri. 


200 yıllık sömürme politikalarıyla küçük köy atmosferi uyuşmadı. Küresel düzene geçilirken, adaletsizliği giderme, yoksulları koruma ve yükseltme, daha insanca yaşam olanaklarının sağlanması konusunda yeni bir anlayış ve yönetim biçimi gerekli ve zorunluydu.


Ama tam tersine, emperyalist egemenlik 200 yıllık yöntemiyle dünyayı idare etmeyi sürdürdü. Petrol olmasa kimsenin yüzüne bakmayacağı Ortadoğu ve Müslüman ülkeler coğrafyasına bakın. Hem en büyük alçak, diktatör, işbirlikçi, başarısız yönetimler orada yaşıyor, hem de emperyalistler top ve tüfekle bu coğrafyayı parçalayıp un ufak ediyor. 


İslam coğrafyasındaki bu büyük savaşın arka planında, hiç kuşkunuz olmasın, Batılıların içselleştirdiği, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması çözümlemesinin kendisi de var. 


Köktendinciliğin kök salıp dünyaya dehşet salmasının ardında ne var diye büyük arayışlara girişmeyin. Afganistan’dan başlayın, Irak’a ve Suriye’ye bakın, Yemen’de sürdürülen alçak savaşa, Kaddafi ile birlikte Libya’nın ortadan kaldırılmasına, Türkiye’ye yönelen tehdide, Pakistan’a.. bakın oğlu bakın. 


Suudi Arabistan’a bakın.Köktendinci yönetimlerden her zaman daha köktendincisi vardır. Siyasal İslamdan çok daha iyi kafa kesecek siyasal İslamcı çıkar. 100 değil, birkaç yüz kişiyi, binlerce kişiyi birden öldürmeye hazır, bunun yöntemlerini geliştirecek inanç kurbanları çıkar. Ve bunu asla önleyemezsiniz. En total gözetleme bile. 


Bırakın Avrupa’ya akın etsin göçmenler
Bu bir yoksulluk meselesi değil, aynı zamanda ve daha çok aidiyet, onur meselesi. Köktendinci alçak rejimler işbaşında kaldığı, küresel adaletsizlik, ötekileşme ve onursuz yaşama mahkûmiyet sürdükçe... 


...Bu coğrafyada herkes müstakbel bir terörist, herkes bir intihar komandosu olabilir. Bu kadar basit. 


Eski dünyanın emperyalist kılıçlı, top tüfekli giysisi-politikası, küresel köy gerçeğiyle bugün daha hızlı çatışıyor.
Ben olsam, 2 milyon göçmenin tuzu kuru Avrupa’ya haklı hücumunu mümkün kılacak her şeyi yapardım. Anlaşma yok, düzen değiştirmeli. 


Parçaladığınız ülke insanları size kaçıyor; bundan daha doğal ne olabilir! 


Bomba yağdırarak bu gerçeği değiştiremezsiniz."

16 Kasım 2015 Pazartesi

Cumhuriyet gazetesinden, Ergin Yıldızoğlu'nun, "Paris katliamı... Bir kolaj denemesi", isimli yazısı!

Paris'de gerçekleştirilen terör saldırısı sonucu, arka planda, sorulması gereken bir takım sorular sorup, ilginç teorileri ele almış.

Bu bağlamda, benim notum:

Japonların, 7 Aralık 1941 tarihinde ki Pearl Harbour baskını hakkında, Roosevelt ve bir çok üst düzey komutanın önceden, "olası bir Japon saldırısı ihtimalinin yüksekliğinden" dolayı, defalarca uyarıldığı sık sık yazılır. Tarihi gelişim malum...Sonuç, o güne kadar, 2. Dünya Savaşı'na katılma konusunda çekimser olan, Amerikan halkı, gönüllü oldu.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/419627/Paris_katliami..._Bir_kolaj_denemesi.html

Linkten ulaşamayanlar için:

"Ben bu yazımda, siyasal İslamın IŞİD kanadının militanlarının Paris katliamının ayrıntıları üzerinde durmak, beni o gece sabaha kadar TV5-Fr24 kanalları karşında tutan öfkeden, kederden, tiksintiden söz etmek yerine, bu olayı içine yerleştirebileceğim bir büyük resmi, çeşitli haber yorum parçacıklarından oluşan bir kolaj üzerinden düşünmeyi deneyeceğim. 

Paris’in 11 Eylül’ü
CIA’nın eski başkanı olan George Tenet, geçen hafta, internet dergisi Politico ile yaptığı söyleşide, 2001 yılının bahar aylarından başlamak üzere, George Bush hükümetini, ABD toprağında çok büyük bir saldırı olasılığı konusunda uyarmış olduğunu açıkladı. O zaman CIA’nın terörizme karşı mücadele bölümü başkanı olan Cofer Black, Mayıs 2001’de “saldırıya uğrayacağız. Bu büyük bir saldırı olacak, çok sayıda Amerikalı ölecek”... “Gerçek planların yapıldığı anlaşılıyor” diyormuş. Bush hükümeti bu uyarıları dikkate almamış.
 
Bu yılın 12 Ekim sayısında Paris Match dergisi, “Fransa’nın ISİS’in birinci hedefi olduğunu”, “11 Eylül çapında bir saldırının gerçekleşeceğine ilişkin uyarıların arttığını” bildirmiş. Paris Match’a göre “İstihbarat servisleri, böyle bir saldırının kaçınılmaz olduğunu söylerken engellenmesinin de olanaksız olduğunu vurguluyorlarmış” (Global Research,14/11/ 2015) 

Yeni savunma stratejileri
G.W. Bush Başkan seçilmeden iki yıl önce, New American Century isimli neocon kuruluş, yeni devlet başkanına verilmek üzere, radikal militarist öneriler içeren bir rapor hazırlamış, ancak “Amerikan halkının bu önerileri kabul etmeye henüz hazır olmadığını da vurgulamıştı. Bu raporun yazarları Bush yönetiminin savunma bürokrasisinin başına geldiler. 9/11’den sonra da bu rapordaki radikal önerileri hayata geçirmeye başladılar. 
 
France 24 TV kanalı, 5 Kasım 2015 yayınında, Fransız hükümetinin 4.5 milyar Avro’luk bir yatırımla yeni bir savunma bakanlığı kompleksi inşa etmekte olduğunu bildiriyordu. Paris’in güneyindeki Balard’da inşa edilecek, 22 futbol sahası büyüklüğünde etrafı füze saldırılarına dayanıklı duvarlarla çevrilecek altıgen bina, Hexagon- Balard olarak adlandırılacak, Fransa’nın Pentagon’u olacakmış. Hexagon-Balard hava, kara, deniz komutanlıklarını, askeri teknoloji geliştirme kurumlarını aynı çatı altında toplayacak, böylece daha çabuk ve verimli karar almayı, hızlı davranmayı kolaylaştıracakmış.
 
Paris katliam’dan sonra konuşan devlet başkanı Hollande, “Bu bir terörist ordunun, DESH’in cihat ordusunun Fransa’ya yönelik savaş eylemidir” dedi. Ertesi gün Der Spiegel, “Eğer bu Fransa’yı hedefleyen bir savaş saldırısıysa, NATO’nun sorumluğu ne oluyor” diye soruyordu. Hollande, “Fransa’nın tepkisi çok acımasız olacak” dedi. Ülkede olağanüstü hal ilan etti, sınırları çıkışa kapattı. Sağ partiler hemen seslerini yükseltiler, olağan şüphelilerin toplanarak tutuklanmasını istediler. Ordu Paris’e çağrıldı, kent artık işgal altında gibiydi... 

Bu sırada Almanya ve İngiltere
Der Spiegel’de yayımlanan bir yoruma göre, Alman dış politika ve savunma çevreleri, “sığınmacılar krizini kaynağında kurutmak için, Afrika, Ortadoğu, Asya ülkelerinde askeri operasyonlar düzenlenmesi gerekebileceğini” tartışıyorlarmış (Johannes Stern, WSWS, 12/11/2015). Spiegel’deki yazıya göre, “Fransa, İngiltere, Rusya’nın ardından Almanya da Suriye krizine doğrudan müdahil olmaya hazırlanıyor”. Die Welt de yorumunda, Paris saldırılarını, İslam Devleti kavramını kullanarak, tüm Avrupa’ya yönelik bir saldırı olarak değerlendiriyordu. 
 
İngiltere’de muhafazakâr, The Daily Telegraph’ın, savunma çevrelerine yakın yazarı Con Coughlin yorumuna, “Hepimiz İslam Devleti ile savaş halindeyiz. Geri adım atmamalıyız” saptamasıyla başlıyordu. Financial Times’da Gideon Rachman, Fransa’nın Esad konusundaki katı yaklaşımını değiştirmeye başlayabileceğini ima ederken, Philip Stephens, “Suriye iç savaşı Avrupa’nın büyük kentlerinden birinin kalbine geliverdi” dedikten sonra, ekliyordu: “IŞİD’e yönelik geniş çaplı bir saldırı sorunu çözmez, ama bir yerden de başlamak gerekiyor.Avrupa da Roma gibi savunmasının zayıflamasına izin verdi” (Niall Ferguson, The Times 15/11)..."

14 Kasım 2015 Cumartesi

Hitler'in kitabı "Kavgam" üzerine bir köşe yazısı...

Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı, Celal Üster'in bugünkü makalesi, Adolf Hitler'in kitabı "Kavgam"'ın yeniden basılması hakkında...

"Hitler’in ‘Kavgam’ kitabının telif hakları son bulurken, yayımlanıp yayımlanmaması konusunda tartışma hararetleniyor Almanya, 1945. Müttefik Kuvvetleri ülkeye girerken, ürküye kapılan on binlerce Alman “Kavgam”larını toprağa gömüyordu.
Almanya, 2015. “Kavgam”ları çoktan toprak altından çıkarmış olan Neo-Naziler, Hitler’in “lanetli” kitabını, Ortadoğu ve Doğu’nun savaşı ve kıyımından, yoksulluğu ve yobazlığından göç eden sığınmacıların suratlarına sallıyorlar.
Ama Hitler’in Birahane Darbesi diye bilinen girişiminden ötürü tutuklandıktan sonra, Landsberg Cezaevi’nde hapis yatarken (1925-27) yazdığı “Kavgam”ın bugünlerde yeniden gündeme gelmesinin bir başka nedeni daha var.
Hitler’in 30 Nisan 1945’te Eva Braun’la birlikte intihar edişinin üstünden 70 yıl geçti. Demek, kitabın 70 yıldır Bavyera eyaleti yönetiminin elinde bulunan telif haklarının geçerliliği bu yılın sonunda kalkıyor.

Tartışma yeni değil
Şimdilerde, Almanya başta olmak üzere kimi ülkelerde hâlâ yasak olan “Kavgam” serbestçe yayımlansın mı, yoksa sonsuza dek yasaklı mı kalsın diye tartışılıyor.
Aslında bu tartışma yeni sayılmaz. Hatta ben de tam 14 yıl önce bu tartışmaya kıyısından katılmış, Radikal Kitap’ta bir yazı yazmış; bu yılın martında da Cumhuriyet Kitap’ta görüşümü genişleterek yinelemiştim.
Bilmem, bilinen sözleri yinelemeye gerek var mı?
İnsanların düşüncelerini özgürce ifade edebilmelerini gerçekten savunmanın yolu, en karşı olduğun düşüncelerin bile serbestçe dile getirilebilmesini savunmaktan geçmez mi?
O yüzden, tüm kitaplar gibi “Kavgam”ın da yasaklanmamasından yanayım kuşkusuz.
Ama burada hemen vurgulamam gerekiyor ki, 1989’da İranlı molların hakkında ölüm fetvası çıkardıkları Salman Rushdie’nin “Şeytan Âyetleri” romanı üstündeki gizli-açık yasağın da kalkmasından yanayım.
Hoşgörüsüzlük de başlı başına şiddetin, terörün bir biçimi değil mi?
Kavgam”a dönersek…
Anlaşılan, 2015 başında sayısız yayınevi “Küçük Prens”e nasıl “hücum” ettiyse, 2016 başında da pek çok yayınevi “Kavgam”ı yayımlamaya girişecek.
Kaldı ki, internetin karşı konulmaz gücünü unutmayalım. “Kavgam”ın özgün metnine web’de ulaşmak mümkün. Neo- Nazi sitelerinde ise “Kavgam”dan geçilmiyor.

Eleştirel basım
İlginç bir nokta da, “Kavgam”ın İngiltere’deki yayıncısı Hutchinson’ın Random House tarafından, Random House’un da dev Alman şirketi Bertelsmann tarafından satın alınmış olması. Bu da küreselleşmenin dayanılmaz ironisini getiriyor beraberinde. Almanya’da basılması ve satılması yasak olan “Kavgam”, İngiltere’de bir Alman şirketince yayımlanıyor.
Almanya’daki Çağdaş Tarih Enstitüsü ise konuya farklı bir yaklaşım getiriyor. Enstitü, 2016’nın ocak ayında, “Kavgam”ın eleştirel yorumlar eşliğinde hazırlanmış yeni bir basımını yapacak. Aslı 7 yüz sayfa olan kitabın yeni basımı, eleştirel yorumlarla birlikte 2 bin sayfayı bulacak.
Evet, önümüzdeki yılın ilk günlerinde “Kavgam” kavgası belli ki daha da hararetlenecek.
Benim “kavgam” ise hep yasaklara karşı sürüp gidecek…"

11 Kasım 2015 Çarşamba

Günün sözü...

En büyük askerlik, çeşitli varsayımları çok iyi hesap ederek en iyi görüleni gecikmeden uygulamaktır.

ATATÜRK

4 Kasım 2015 Çarşamba

"Atlas Tarih" dergisinin, 36. sayısı (Ekim/Kasım2015)!

Aralik ayında tanıtımını yaptığımız bir tarih dergisi, 2 ayda bir çıktığından, geçen ay gözden kaçırmış olan okuyucular için bu ay bir tekrar yapıyorum:


O da “Atlas Tarih”. İki ayda bir yayınlanan bu süreli yayının 36. sayısı ((Ekim/Kasım2015)çıktı.


Bu ayki sayfa sayısı 146 olan derginin, satış fiyatı 14.- TL.

Gazete bayiine.. (En azından eskiden öyleydi!)

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

tarihdergileri 

1 Kasım 2015 Pazar

“Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 18. sayısı (Kasım 2015)!

Her ayın, olmazsa olmaz, süreli yayını, “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 18. sayısı (Kasım 2015) çıktı.

Bu ayki sayfa sayısı 116 olan derginin, satış fiyatı 10.- TL.

Her ay olduğu gibi, yine “dolu dolu“ bir dergi okunmayı bekliyor.

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

29 Ekim 2015 Perşembe

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!

Atatürk'ün önderliğinde, TBMM’nin 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına...



18 Ekim 2015 Pazar

Çakmak hattı bölüm 3!

Çakmak hattı bölüm 3:

İşin doğrusu, gezi ile ilgili fotoğrafları yayınlamadan önce, hem “Çakmak hattı” hakkında kısa bir bilgi vermek, hem de bu gezi düşüncesinin nasıl ortaya çıktığını açıklamak gerekiyordu. Bu önemli noktayı atladım, kusura bakmayın.

Fikir, Tanju hocamız ile yaptığımız bir mesajlaşma sonucunda doğdu. Kendisi, bilhassa “Çakmak hattı” konusunda çok az bilgi birikimi olduğundan bahsetti. Bu konuda yazılabilecek bir makale için, veri (bilhassa görsel malzeme) toplamanın uygun olacağını düşünüp, bu geziyi derledik.

Söz konusu Çakmak hattı, Fransızların 1929-1938 yılları arasında, inşa ettiği Majinot hattını örnek alarak hazırlanmış bir projedir. Amacı, Trakya’da yer alan sınırlarımız boyunca inşa edilecek benzeri bir savunma hattı ile, saldıracak olan düşman birliklerini, sınır boyunca durdurmak, en azından zayiata uğratıp yavaşlatmaktı.



Yazının başında özellikle vurgulamak istediğim bir nokta var, o da, proje hakkında “resmi” bir kaynağa ulaşamadığımızdır. İstanbul’da, Harbiye askeri müzesi kütüphanesini ziyaretimizde, proje planlarının, ATASE’ye gönderildiğini ve ellerinde maalesef, tek bir kopya bile olmadığını öğrendik.

Bundan dolayı, hattın inşaatına başlanılan ilk konumu hakkında, elimizde hiç bir yazılı kaynak yok. Anlatılanlara göre, ilk çalışmalar, Bulgaristan sınırında başlıyor.

Doğal olarak, sorulan ilk soru, “Neden Bulgaristan?” oluyor. Olası cevaplar bir kaç tane:

-Balkan Harbinin acı tecrübeleri ( İstanbul’un kapılarına kadar gelmeyi beceren Bulgaristan, 1 numaralı düşman,!)
-1. Dünya Savaşı’nın tecrübeleri (Bulgaristan, gecikmeli de olsa, Alman-Avusturya/Macaristan bloğuna katılmıştı!)
-1930’lu yıllarda, Yunanistan, benzeri bir hat inşa ederek, (Metaxas hattı), bir sonraki olası bir savaşta, saldırgan değil, savunma temelli bir strateji izleyeceğini belli etmişti.


Gerek çimento, gerekse demir ve diğer ana inşaat malzemelerinin üretim kapasitesinin düşüklüğü, gerekse asker ve nakliyat olanaklarının kısıtlı olması, projenin ilerlemesini yavaşlatıyor.

Normal koşullarda, genel savaş stratejisi açısından zorluk çıkartacak olan bu gelişme, 2. Dünya Savaşı’nın, kendine özgü beklenmeyen dinamiği içinde, beklenmedik bir katkı sağlıyor. Alman orduları, Yunanistan’ı kısa bir sürede işgal edip, bizim sınırlarımıza dayanıyorlar. Bunun üzerine, Çakmak hattının, Bulgaristan sınırı boyunca, inşasına başlanan kısımlarına, Yunanistan sınırı boyunca devam edillip edilmemesi tartışılıyor. Eldeki kaynakların azlığına bağlı olarak inşaatın yavaş ilerlemesi ve Alman ordularının uyguladığı “Blitzkrieg” yöntemi karşısında, Çakmak hattının, 1912-1913 Balkan Harbinde derme çatma inşa edilen Çatalca hattı boyunca, yeniden inşasına karar veriliyor.


1930’ların tekniği ve malzemesi ile Fransızlardan inşa ettiği, Majinot hattı örneği göz önünde bulundurularak, coğrafi koşulların sunduğu doğal savunma koşulları bağlamında, çok sayıda küçük ve büyük korugan inşa ediliyor.

Elimizde, bir proje taslağı veya planı olmadığı için, yola çıkmadan önce, Çatalca Kültür ve Turizm Derneği başkanı Ahmet Rasim Yücel ile bağlantıya geçtik. Onun rehberliğinde, Çatalca civarında yer alan, bir çok koruganı gezdik ve fotoğrafladık. Büyük Çekmece’den başlayarak, Çatalca civarında yapacağınız, kısa bir otomobil gezintisinde bile, çoğunu görebilirsiniz.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Çakmak hattı'nın izinde Çatalca gezimiz, bölüm 2!

Büyük Çekmece gölüne hakim tepelerde yer alan, çeşitli büyüklükte koruganların, fotoğraflarını çektikten sonra, Çatalca girişinde, Çatalca Kültür ve Turizm Derneği başkanı, Ahmet Rasim Yücel'le buluşup, onun rehberliğinde, gezimize devam ettik.


Daha önce, yaptığımız araştırmalarda, koruganlardan iki tanesinin, mola verilebilecek birer kahve ocağı şeklinde kullanıldığını saptamıştık. Bir nevi, basit anlamda, "yaşayan tarih" örneği teşkil ettiği için, bunları ziyaret etmeyi, çok istiyorduk.



Maalesef, terk edildiklerini gördük. Gidenlerin, arkalarında bıraktıkları pisliğe göz ardı ederek, çekim yaptık.

Aslında, söz konusu, 2 adet büyük korugan, önlerinde, tank engelleri ve yakın destek amacıyla kurulmuş, üçüncü, daha küçük bir makineli tüfek koruganından oluşan, çok ilginç bir kompleks oluşturmaktalar.

12 Ekim 2015 Pazartesi

Çakmak hattı'nın izinde, Çatalca gezimiz!

Dün, "Çakmak hattı" konusuyla ilgili olarak, Çatalca civarına, grubumuzdan bir kaç arkadaşla birlikte bir gezi düzenledik.



Çatalca Kültür ve Turizm Derneği başkanı Ahmet Rasim Yücel bizi kırmadı, rehberliği ve bilgileriyle geziyi bir şölene dönüştürdü.



Ali İhsan Tez, çektiği fotoğraflarla Çakmak hattından geriye kalan eserleri, görsel açıdan kalıcı bir hale getirdi.



Organizasyonu gerçekleştiren ve başından sonuna kadar her açıdan yardımcı olan Burak Demirel ve Arzu Ardalı'ya, katkılarından dolayı teşekkür ederim.

Araç eksikliği ve hastalık yüzünden geziye katılamayan diğer 3 üyemizi bir sonraki gezide görmek umuduyla...



8 Ekim 2015 Perşembe

"Atlas Tarih" dergisinin, 36. sayısı (Ekim/Kasım2015)!

Bu ay tarih meraklıları için bereketli bir ay; çünkü “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin yanında, tanıtmak istediğim ikinci bir dergi daha var.

O da “Atlas Tarih”.İki ayda bir yayınlanan bu süreli yayının 36. sayısı (Ekim/Kasım2015) çıktı.



Bu ayki sayfa sayısı 146 olan derginin, satış fiyatı 14.- TL.

Gazete bayiine.. (En azından eskiden öyleydi!)


Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

tarihdergileri

6 Ekim 2015 Salı

Blogda, geçen gün yayınladığımız, Cumhuriyet gazatesinden Zeynep Miraç'ın, "Hitler'in bebeği bu badireyi atlatır mı?", başlıklı yazısı hakkında bir kaç kısa not!

Konu, günümüzde, VW firmasının, şu an içinde bulunduğu emisyon skandalı olsa da, Zeynep Miraç, fikrin ortaya çıkışını ve Ferdinand Porsche'nin, III. Reich'da ki yerini güzel aktarmış.

Konuyu, değişik açılardan ele almış ve uzun süreli bir dönemi, birbirine sıkıntısız bağlamış.

Ferdinand Porsche, Krupp'dan sonra, silah üretimine damgasını vuran önemli kişiliklerden birisidir.

Bundan dolayı, yazıyı, blogda yayınladım.

Sadece, "V-1 silahının üretiminde katkısı olduğu" kısmı kafama takıldı. (İlla, bir limon sıkıcağız, ya...)

5 Ekim 2015 Pazartesi

Bugünkü Cumhuriyet gazatesinde, Zeynep Miraç'ın, "Hitler'in bebeği bu badireyi atlatır mı?", başlıklı yazısı!

Bazen bir araba yalnızca bir araba değildir.

Tıpkı Volkswagen gibi. Bugünlerde dünyanın gündemini 11 milyon dizel motorlu araca özel bir yazılım yükleyerek emisyon ölçümlerini olduğundan düşük göstermesiyle meşgul eden Volkswagen, Almanların kibirle savundukları ahlaki değerlerini de tartışmaya açtı. Volkswagen, yani ‘halkın arabası’ öyle bir tarih taşıyor ki içinde Adolf Hitler de var, Çiçek Çocuklar da. Nazi zulmü de, Hollywood’un en tatlı kahramanlarından Herbie de. Mütevazı işçi aileleri de, en lüks markalardan biri olan Porsche de...
Volkswagen’in ‘herkesin bildiği sırra’ dönüşen tarihi, 20. yüzyılın büyük değişimlerinin özeti gibi...

Bebek Hitler
1933 Almanya’sına gidelim. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi iktidara gelmiş, Adolf Hitler ise şansölye olmuş. 1929 ekonomik buhranından bütün dünya gibi ağır hasar almış bir ülke Almanya. İşsiz sayısı yedi milyon. Parti, önce ekonomiyi yeniden düzene soktu, işsiz sayısını hızla düşürdü. Yaratılan işlerden biri, I. Dünya Savaşı’nda birbirinden kopan Almanları birleştirecek, binlerce kilometre otoyol inşasıydı.
Hitler otomobillere, özellikle de yarışlara meraklıydı. Kendisi ehliyet sahibi dahi olmasa da şoförün yanına oturmayı ve rotaya karar vermeyi severdi. Duvarındaki fotoğraflardan birinde, Hitler’e ilham veren mütevazı otomobil Model T’nin yaratıcısı Henry Ford yer alıyordu. Aklındaki hedef belliydi: O sırada yalnızca yüzde biri otomobil sahibi olan nüfusu, yeni yollarda rahatça seyahat ettirmek. Yıllar sonra Volkswagen’in tarihini yazan Andrea Hiott, onu “Otomobil seri üretimini milli bir amaç olarak gören ilk Avrupalı lider” diye tarif edecekti.
O sırada küçük, düşük fiyatlı bir otomobil düşüncesini kafasında evirip çeviren biri daha vardı, Daimler’in otomobil tasarımcısı Ferdinand Porsche.
Birbirlerini buldular. Hitler ne istediğini net bir şekilde açıkladı: İki yetişkin ve üç çocuğu rahatlıkla içine almalı, 100 km hıza ulaşmalı ve fiyatı 1000 markın altında olmalıydı. Porsche, o güne kadar tasarladıklarına bu bilgileri ekledi ve ortaya ilk Volkswagen/ halkın arabası çıktı. New York Times ona “Bebek Hitler” adını verdi. Yazar Wilfried Bade, bunu yeni bir devir olarak görüyordu: “Bugüne kadar otomobiller dünyayı fethetti. Şimdi insanın otomobil üzerindeki gerçek mülkiyeti başlıyor”.
Hiott’un yazdığına göre, bütün bunlar olurken Ferdinand Porsche Almanya’da Hitler’e Führer diye hitap etmeyen tek adamdı. Israrla “Bay Hitler” diyor, asla üniforma giymiyor ve Nazi parti kartını imzalamıyordu.
Hitler otomobillerin hızla üretilmesini istiyordu. Hemen emir verdi, 1938 yılında bir fabrika inşa ettirdi. Bu amaçla bugünkü adı Wolfsburg olan KdF-Arabaları Şehri kuruldu. Nazilerin mottosu olan KdF, Kraft durch Freude, neşeden doğan güç anlamına geliyordu. 1940’a dek 100 bin otomobil üretilecek, daha sonra bu sayı yılda bir milyona çıkacak ve Nazilerin işgal ettiği ülkelerde satılacaktı.
Tam Ferdinand Porsche fabrikayı seri üretime hazırlamıştı ki, Hitler Polonya’yı işgal etti. Fabrika artık askeri araçların üretimi için çalışıyor; yine Porsche’nin tasarladığı arazi araçlarıyla yüzer araçları hazırlıyordu. Savaş sırasında yakın çevredeki toplama kamplarından getirilen 15 bin savaş esiri burada askeri araçları, uçakları tamir etmekle ve İngiltere’yi bombalayacak V1 roketlerini üretmekle görevlendirildiler. (Hayatta kalanlardan bazıları 1998’de Volkswagen’e dava açıp tazminat kazandılar.)
Kaderin cilvesine bakın ki, bomba üreten fabrika bombalandı. 1945’te, ABD tarafından. Ve yine kaderin cilvesine bakın ki, yönetim İngilizlerin eline geçti. Ferdinand Porsche savaş suçlusu olarak tutuklandı. Hitler’in akıbeti malumunuz.

Dönüm noktası
Onlar gibi tarihin karanlığına gömülmek üzere olan Volkswagen için dönüm noktası Binbaşı Ivan Hirst oldu. Savaş sonrasında fabrika yok edilmek üzereyken otomobilin potansiyeli keşfetti ve imhasına engel oldu. Aynı zamanda Almanların savaş tazminatlarını ödemesi için üretim yapmaları gerekiyordu. İngiliz yönetimi 20 bin araç sipariş etti ve fabrika yeniden çalışmaya başladı.
1946’da, ayda 1000 araç üretilirken Volkswagen hem otomobilin hem de fabrikanın adı olarak geri döndü. 1948’de İngiliz hükümeti fabrikayı ABD’li, Avusturalyalı, İngiliz ve Fransız motor endüstrilerine önerse de kimse kabul etmedi. 1948’e gelindiğinde Volkswagen, Batı Almanya kontrolünde bir tröst olarak yeniden yapılandı.
Soğuk Savaş’ta yerini belli etmişti, hemen ertesi yıl reklam şirketi Doyle Dane Bernbach’ın “Think Small/ Küçük Düşün” reklam kampanyasıyla ABD topraklarına girdi. Hitler’in bebeği olarak doğan otomobil, kısa süre önceye kadar Almanya’dan ölesiye nefret eden ve iri yarı otomobillere alışık olan ABD’de Yahudi reklamcı Bill Bernbach sayesinde bir milyon satışa ulaştı.
ABD’nin böyle bir cevheri etinden, sütünden ve tüyünden yararlanmadan bırakması mümkün mü? Otomobil, 1968’de bir Hollywood yıldızı olarak çıktı sahnelere: Herbie. Duyguları olan otomobil Aşk Böceği Herbie, altı filmde oynadı.

Halkın arabası en lüks markaları satın aldı
Görüntüsünden ötürü Beetle/ böcek adını alan otomobil, sevimli hali ve adında barındırdığı ‘halkın arabası’ tevazuuyla Çiçek Çocuklar’ın simgelerinden olmayı başardı. Çiçek Çocuklar’ın tarih bilgisi mi zayıftı, yoksa Volkswagen Nazi geçmişini ABD’ye taşımamayı başarmış mıydı? Bilmiyoruz.
Bildiğimiz şu... Yeni Dünya mütevazı bir otomobil olan Volkswagen’i mütevazı bir marka olmaktan çıkardı; büyüyen şirket Audi’yi satın aldı. 1972’ye gelindiğinde ise Beetle 15 milyon 7 bin 34 üretimle Ford’un T modelini geçerek en çok üretilen otomobil sıfatını aldı. Zirveyi görmüştü, her çıkışın bir inişi vardı.
İlk ABD fabrikası 1978’de New Stanton’da açıldı ve satışları zayıflamaya başlayan Beetle’ın yanına Avrupa’da Golf adıyla bilinen Rabbit’i ekledi. Ve ‘halkın arabası’, 2000’e dünyanın en lüks markalarını satın alarak girdi: Bentley, Bugatti ve Lamborghini. 2009’da Porsche de listeye eklendi.
2003’ün 30 Temmuz’unda klasik Beetle son kez üretildi ve 21.529.464 numaralı araba olarak Meksika’daki fabrikadan Wolfburg’daki müzeye gönderildi.

Bunca badire atlattı, bu da geçer mi?
Bugün Volkswagen, Toyota’dan sonra dünyanın en büyük otomobil üreticisi. 31 ülkedeki fabrikalarında günde 41 bin yeni araç üretiyor, 153 ülkede satılıyor.
Bu kadar büyümek, kapitalizmin kitabında yetinmeye değil daha da büyüme arzusuna karşılık geliyor. Ve atasözü haklı çıkıyor: Zor, oyunu bozar!
Sonuç: Emisyon skandalının ardından şirketin piyasa değeri bir günde 14 milyar dolar eridi, CEO istifa etti. Şirket, 11 milyon aracı geri çağıracağını duyurdu.
Hitler’in bebeği olarak doğan, tam yok olmak üzereyken Almanların en büyük düşmanlarından İngilizler tarafından canı bağışlanan, bir başka düşman ABD’nin ilgisiyle dünyanın en büyükleri arasına katılan Volkswagen; bu badireyi de atlatabilir mi? Yoksa kendisiyle beraber Alman ahlakı ve ‘sağlamlık’la eşdeğer sayılan ‘Alman malı’ etiketinin inandırıcılığı tarihe mi gömülecek?

3 Ekim 2015 Cumartesi

Milliyet gazetesinden, Cemil Ertem'in, "global silah sanayisinde Türkiye'nin yeri" konulu yazısı hakkında, kısa bir yorum!

2 gün önce, blogda yayınlanan yazı hakkında bir kaç kısa not..

Söz konusu yazı, Türkiye ve Japonya’nın, global silah sanayiinde ki yerini değerlendiren ilginç bir yazı.

Yalnız, bizi Japonya ile karşılatırırken, arada ki teknolojik, sosyo-kültürel ve özellikle global bazda önemli rol oynayan “üretici ve satıcı olarak sunduğumuz güvenilirlik” unsurlarını göz ardı etmiş. Bunun yanında, teknolojik bağımlılığımız ve teknolojik üretim konusunda sürekli baltalanmamız en önemli handikaplarımız.

Zaten, “silah pazarına” hakim ülkeler bu piyasayı kendi aralarında paylaşmışlar. Yeni rakipleri öyle kolay kolay sokmazlar.

Son olarak, “içinde bulunduğumuz politik durumu –kuşatılmışlık-“ unsurunu da bu kadar kolay açıklayamayız, ama, “Doğan grubu” yayınladığı yazılarda dikkatli olmak zorunda…

2 Ekim 2015 Cuma

“Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 17. sayısı (Ekim 2015)!

Her ayın, olmazsa olmaz, süreli yayını, “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 17. sayısı (Ekim 2015) çıktı.

Bu ayki sayfa sayısı 116 olan derginin, satış fiyatı 10.- TL.
Her ay olduğu gibi, yine “dolu dolu“ bir dergi okunmayı bekliyor.

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

1 Ekim 2015 Perşembe

Milliyet gazetesinde, bugün, Cemil Ertem'in, "global silah sanayisinde Türkiye'nin yeri" konulu yazısı

Türkiye için, belki tarihçilerin ileride en zorlu ve belirleyici yıllardan biri sayacağı 2014 yılının hemen başında, 11 Ocak tarihinde, ABD’de yayımlanan ve savunma sanayiinin referans dergilerinden biri olan Defense News dergisinde “Türkiye’nin Yeni Savunma Anlaşmaları” başlıklı bir yazı çıktı. Bu yazıda, Türkiye’nin başta Çin, Japonya, G. Kore ve Malezya olmak üzere Asya ülkeleriyle, savunma sanayii için flört ettiği vurgusu öne çıkıyordu.
 
Öte yandan Erdoğan’ın tam o tarihte Başbakan sıfatıyla yaptığı Japonya ziyareti sırasında teslim edilen TÜRKSAT 4A uydusunun üretiminin, her iki ülkenin ortaklaşa uzay çalışmaları için bir başlangıç olduğu, Türkiye’nin 2020 yılına kadar 16 uyduyu yörüngeye oturtmayı planladığı ve önümüzdeki beş yıl içinde Japonya ile yapılacak uydu sözleşmelerinin 2 milyar doları bulacağı da vurgulanıyordu. Aslında dergi, Erdoğan’ın Japonya ve Asya gezisinin sıradan bir diplomatik ziyaret olmadığına dikkat çekmek istiyordu.
 
Buna bağlı olarak, Türkiye’nin Japonya, Çin ve diğer Asya ülkeleriyle savunma sanayii kapsamlı serbest ticaret anlaşmaları imzalamaya başlaması da yazıda önemli bir ayrıntı olarak öne çıkıyordu.  

Japonya ziyareti: Abenomics-Erdoganomics 
Önümüzdeki hafta Erdoğan, bu sefer Cumhurbaşkanı sıfatıyla Japonya’ya gidiyor.
Japonya, ikinci savaştan beri ilk defa ekonomi-politikalarında, ABD ve Britanya’dan bağımsız bir yeni stratejiyi Başbakan Abe’nin iradesiyle hayata geçiriyor. Batı basını Abe’nin bu politikalarını “Abenomics” diyerek küçümsedi ve başarılı olamayacağını yazdı. Çok ilginçtir ki “Erdoganomics” kavramı da aynı basın tarafından icat edildi. Bu kavramla Türkiye’nin kapalı, otarşik bir ekonomi politikası yoluna girdiği ima ediliyordu. Ama olan biten; özellikle Erdoğan’ın savunduğu bunun tam tersiydi.  
 
Buradaki itirazın özü şuydu:
Türkiye, Japonya, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde çizilen ekonomi politik çerçevenin dışına radikal olarak çıkamazlar. Bundan dolayı, hem Abe hem de Erdoğan için Batı basını kaynaklı dezenformasyon uzun bir süredir devam ediyor. 
Japonya’nın, teknolojisini, Batı’dan-özellikle ABD’den- bağımsız ihraç etmeye başlaması ve teknoloji ağırlıklı sermaye işbirlikleri yapması çok önemli ve dünyanın “eski” ekonomik paradigmasını değiştirecek bir adımdır. 
 
İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya, inanılmaz bir tasarruf seferberliğine girdi. Bu, ‘Kamikaze Kapitalizmi’ olarak adlandırıldı. Japon şirketleri hemen hemen hiç kâr payı dağıtmadılar, Japon işçisi düşük ücretle çalışıp, ürettiği malı pahalı satın aldı. Japon mamul malları her zaman Tokyo’da New York’tan daha pahalıydı.
 
Japonya ticaret fazlası veriyor ve bunu ABD hazine kâğıtlarına gömüyordu. ABD arz yanlı ekonomi gereği daha düşük vergi alabilir, bütçe açığı verebilirdi, nasılsa Japonlar finanse ediyordu.
Ancak Japonya, tam bu günlerde buradan çıkıyor. Başbakan Abe ile elindeki sermaye ve teknoloji birikimini ABD’ye değil, kendi çıkarları için de Doğu’ya kullandırmak istiyor.

Savunma sanayii gerçeği 
Şinzo Abe, 2013 yılının ekim ayında Marmaray açılışına geldiğinde ileri teknoloji yoğun alanlarda Türkiye’ye sermaye ihracı yapacaklarını açıklamıştı. Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Japonya ziyareti stratejik önemdedir.
 
Tam buradan devam edersek, ABD Defense News dergisinin, tam 2014 yılının başında yaptığı tespit, Türkiye’de, tam şimdilerde, olan biteni belki önemli oranda açıklar. Tekrar edelim o tespiti:  
Türkiye kendi savunma sanayiini ortaya çıkarıyor, bu güncel teknolojiyi yakalamak anlamına gelir; ayrıca başta Japonya olmak üzere, yüksek teknolojiye sahip ülkelerin Türkiye ile yaptıkları anlaşmalara dikkat! 
 
Derginin bu tespiti, özellikle Türkiye’nin savunma sanayiinde yaptıkları şimdi daha da belirgin. 2014 yılında Türkiye, savunma sanayii alanında 1 milyar 648 milyon dolar ihracat gerçekleştirdi. Ayrıca bu yapılan ihracatın yüksek teknoloji içeren ürünler olması çok önemli; burada Türkiye’nin kilogram başına ihracat değeri ortalaması 30 dolar seviyesini buluyor. Örneğin Atak helikopteri için bu değer 10 bin dolar. 
 
Şu tarihlerde Katar Doha’da gerçekleşen ve MÜSİAD’ın öncülük ettiği High Tech Port Savunma Sanayii Fuarı’nda Türkiye’nin bu gücü ortaya çıkıyor. 
 
Sanıyorum bu ayrıntıları görmeden şu an içinde bulunduğumuz politik durumu -kuşatılmışlığı- anlayamayız.