Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

19 Aralık 2017 Salı

Günün kitabı: Zheng He'nin Batı Okyanuslarına Seyahatleri / Wang Jienan

Bugün tanıtmak istediğim kitap, Kaynak Yayınları'ndan 2016 yılında piyasaya verilmiş. 86 sayfalık küçük bir eser.

Daha önceki yazılarımızda, "askeri tarih" yazımında Batı ve özelllikle Anglo-Sakson akımının etkisinden ve ağırlığından bahsetmiştik. Her ne kadar son 20 yıldır, askeri tarih edebiyatında bu eksenin dışına çıkan eserlerin sayısı artsa da, hala azınlıktalar. Kitap fakiri ülkemizde ise, durum doğal olarak daha da kötü.

Bugün ele aldığımız kitap, bu açıdan bir istisnayı oluşturuyor. Kitap Zheng He'yi ve onun Batı Okyanuslarına yedi seyahatinin hikayesini anlatıyor.



Ming Hanedanlığı döneminde devasa filolara kumanda eden Çinli amiral Zheng He, 1405 ile 1433 yılları arasında, yani Avrupa'da Keşifler Çağı diye bilinen dönemden yarım yüzyıl önce, Batı Pasif ik ve Hint Okyanusu kıyılarında 30'dan fazla ülkeyi ziyaret etti. Zheng He'nin seyahatleri Ming Hanedanlığı döneminde Çin ile Güneydoğu Asya, Güney Asya, Batı Asya ve Doğu Afrika ulusları arasındaki dostluk ilişkilerini kuvvetlendirdi ve tarafların tamamının “kazan-kazan” prensibine uygun şekilde faydalandığı eşsiz bir ekonomik ve kültürel alışverişi beraberinde getirdi.

Gerek ele aldığı dönem gerekse incelediği konu (Çin donanması) açısından farklılık yarattığı için, mutlaka her askeri tarih meraklısının kütüphanesinde bulunması gereken bir eser.

16 Aralık 2017 Cumartesi

Erich von Manstein'in "Verlorene Siege" kitabı...

2017 yılını ülkemizde ki askeri tarih meraklıları için çok güzel bir haberle kapatabiliriz.

Uzun süredir bir çok grupta defalarca sorulan bir soruya olumlu bir cevap vermek bize kısmet oldu. Erich von Manstein'in "Verlorene Siege" kitabı önümüzde ki sene tekrardan basılacak.

Uzun süredir birden fazla yayınevinin tekrardan basım hakkını almak için Alman yayıncı (Bernd&Graefe Verlag) ile görüştüğünü biliyorduk.

Yaklaşık bir hafta önce, Erhan Cifci'den, yayın haklarının Kronik Kitap tarafından alındığını öğrendik. Yayınevinden resmi bir açıklama gelene kadar beklemeyi uygun görmüştük, ancak, dün akşam yapılan bir yazışmada da ismi geçince daha fazla beklemenin bir anlamı kalmadı.

Evet, askeri tarih meraklılarına müjde; bir çok kişinin beklediği kitap, tahminen önümüzde ki sene raflarda!



13 Aralık 2017 Çarşamba

Almanya (II. Reich) "kan ve demir" ile mi yaratılmıştır?

Prusya ve Almanya tarihi ile ilgilenen herkes demir şansölye Bismarck'ın verdiği ilk söylevde ki, "Kan ve Demir" sözlerini bilir. Prusya Bütçe Komisyonuna verdiği bu söylevine, "Almanya, Prusya'nın liberalizmi ile değil, gücüyle ilgilidir. Günün sorunlarına ...kan ve demir çare olacaktır."  sözleriyle damgasını vurmuştur.


Bu söz, bir çok tarihçi tarafından Almanya'nın kuruluşunu yansıtan bir gerçek olarak kabul edilir.

Ancak, İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes Almanya'nın yaratılmasında en önemli rolü oynayan unsurların sadece diplomatik ve askeri olmadığını vurgular.


Ona göre, ekonomik ve sanayi gelişimini tamamlayamamış bir Almanya'nın, "ulus" olarak varoluşu "içi boş bir kabuk"'dan farksız olurdu.

Onun sözleriyle, "Alman İmparatorluğu, kan ve demirden ziyade, kömür ve demir aracılığıyla yaratıldı."

10 Aralık 2017 Pazar

Cermen kavimlerin Kavimler Göçünde ki yeri!

Cermen kavimlerle Roma İmparatorluğu arasında Sezar'ın seferleri ile başlayan mücadele yüzyıllar boyunca sürer. Roma İmparatorluğu Varus muharebesinin intikamını alır. Ancak, Ren nehrinin doğusunu tamamıyla işgal edip, tüm Cermen kavimleri "Romalılaştırmak" (medenileştirmek!) mümkün olmaz.  İlerleyen yıllarda, Roma imparatorluğu doğal sınırlarına ulaşıp zayıfladıkça, Cermen kavimlerin Limes ötesi saldırıları artar.



Alman kültürünün atası olarak kabul edilen Cermenlerin tarihe damgalarını vurdukları ilk önemli olay Kavimler Göçü ile gerçekleşir. Gerek "kavimler göçü" kavramının içeriği gerekse başlangıç ve bitiş tarihleri ile nedenleri ve sonuçları hala tartışılsa bile, biz burada Cermenler tarihi açısından olaya yaklaştığımız için tüm bu ayrıntılara girmeyeceğiz.

Alman tarih yazımı açısından kavimler göçünün başlangıcı olarak kabul edilebilecek (!) tarih olarak seçilen 375 yılında Hunların Avrupa'ya akınlar düzenlemesi sonrasında onlardan kaçan Gotlar Roma İmparatorluğunun sınırları içine girerler. Zaten uzun süredir iç savaşlar yüzünden zayıflamakta olan Roma'nın fazla bir seçeneği olmadığından Gotlar'ın sınırı geçmelerine ve imparatorluk sınırları içinde yerleşmelerine izin verilir.

Bu yukarıda ki satırlar, kavimler göçü hakkında bir çok tarih kitabında okuyacağınız tipik bir başlangıçtır. Ancak, son dönemde yapılan araştırmalara göre, Hunların saldırılarıyla başlayan göçlerden önce, özellikle Kimmer ve Töton kavimleri, iklim koşullarının değişmesi sonucunda güneye doğru göçe başlamışlardır.
 

Hava koşullarının değişmesi sonucunda tarım alanlarının verimsizleşmesi ve yitirilmesi nedeniyle Roma imparatorluğu içinde hala tarıma uygun fakat yerleşime açılmamış topraklarda tarım yapma amacıyla göç etmişlerdir. Diğer bir deyişle, ilk göçler, barışçıl bir amaçla ve Roma'nın onayıyla gerçekleşmiştir.

Bunun yanında, özellikle Vandallar gibi bazı kavimler, her dönem sürekli olarak yağma amaçlı akınlar düzenlemişlerdir. Hunların saldırıları yoğunlaştıkça, batıya ve güneye doğru büyük göç başladığında, bu tip kavimler doğallıkla bu büyük göçe katılmışlardır.


Hangi kavimin nerelerden geçerek nerelere göç ettiği, hangilerinin nerede Roma orduları i
le savaştığı, hangi krallıkların kurulup hangilerinin yıkıldığı tarih kitaplarında yazıyor.

Bu kısa derlemede vurgulamamız gereken, farklı nedenlerden dolayı Cermen Kavimlerin
güneye ve batıya yaklaşık 200 yıl süren göçüyle, Roma imparatorluğunun ikiye bölünme süreci hızlanmış ve ortaya çıkan Batı Roma İmparatorluğu da başka bir Cermen kavim olan  Vizigotlar tarafından yıkılmıştır.

Klasik antik çağa son vermişler, Ortaçağa giden yolu açmışlardır. Roma kültürü ve Hıristiyanlık ile yakınlaşmışlardır.

Bu göçler sonunda Avrupa'nın başka bölgelerinde yaşayan yerel halklar ile karışarak yeni milletlerin oluşumunda ilk ve en önemli adımı aşamayı gerçekleştirmişlerdir.

Kavimler göçünden en kazançlı çıkan kavim Franklar olmuştur. Roma imparatorluğu ile anlaşarak Ren nehrinin batısına geçmişler. Ağırlıklı olarak bugünkü Fransa ve İsviçre'nin kuzeyi ile Belçika'ya yerleşmişlerdir.

28 Kasım 2017 Salı

BERLİNER DOM / Berlin Katedrali

Berlin'in en önemli Protestan kilisesi olan yapı, 15. yüzyıldan beri ayakta olup birçok bina gibi, II. Dünya Savaşı’ndan ciddi biçimde etkilenmiştir. Restorasyon çalışmalarının ardından 1993’te tekrar açılan katedralde Hohenzollern ailesine ve Prusya krallarına ait lahitler vardır.

270 merdivenle çıkılan 114 metre yüksekliğindeki kubbesi muhteşemdir.


25 Kasım 2017 Cumartesi

Sanssouci Sarayı / Büyük Frederik / Büyük Friedrich!

Sanssouci Sarayı : İsmi “kaygısız” anlamına gelen bu saray Prusya Kralı II. Frederick (Büyük Friedrich) tarafından huzurlu ve kaygısız bir yaşam sürmek için Georg Wenzeslaus von Knobelsdorff'un yönetiminde, 1745-1747 yıllarında kralın yönergeleri doğrultusunda tek katlı olan bu saray yapılmıştır.






22 Kasım 2017 Çarşamba

20 Kasım 1917 tarihinde başlayan Cambrai muharebesinin 100. yılı!

2 gün önceki yazımızda, 20 Kasım 1917 tarihinde başlayan Cambrai muharebesinin 100. yılı nedeniyle, İngiltere'de özellikle Bovington Tank müzesinin katılımıyla kutlamalar yapıldığına değinmiştik.

Bugün kısaca, Cambrai muharebesinin neden bu kadar önemle kutlandığına değinelim.



1914 yılı Eylül'ünde gerçekleşen 1. Marne muharebesinden sonra, Batı cephesinde ki çatışmaların  statik cephe muharebelerine döndüğünü bugün her askeri tarih meraklısı bilir. 1918 yazına kadar bu topraklarda gerçekleştirilen hiç bir saldırı bir kaç kilometrelik ilerlemeden daha fazlasını sağlayamamıştır. Daha da acısı, elde edilen toprak kazancı ile karşılaştırılamayacak kayıplara rağmen, bazen bir kaç ay yada  bir kaç hafta kadar kısa bir süre sonra düşmanın karşı saldırısı sonucunda ele geçirilen topraklar kaybedilmiştir.

Aslında bu açıdan bakıldığında Cambrai muharebesi tipik bir örnektir. 20 Kasım tarihinde başlayan müttefik saldırısı, daha ikinci gününde yavaşlayarak durmuş; 10 günü sonra da Almanların bir karşı saldırısı sonucunda kazandıkları arazinin büyük bir kısmını kaybederek geri çekilmişlerdir. (Bazı kaynaklara göre daha fazlasını kaybederek!)



Bu ilk değerlendirmeye göre, diğerlerinden farklı gözükmeyen Cambrai muharebesinin kutlanacak nesi vardır?

Her şeyden önce, saldırı başladıktan 6 saat sonra Müttefik kuvvetleri 4,5 millik bir alanda 6 mil kadar ilerlemişlerdir.

Bu başarıya ulaşırken uğradıkları kayıpta, 5.000 askerden daha azdır (Bu rakam, maalesef, 1. Dünya Savaşı için, çok küçük bir kaybı ifade eder!)
O dönem için, gerek asker gerekse siviller arasında muharebenin başlangıç aşamasında elde edilen bu hızlı(!) ilerlemenin neden büyük bir sevinç yarattığını anlayabilmek için şu karşılaştırmayı yapmak gerekir.

Söz konusu alan, 100 günlük Passchendale muharebesinde Müttefiklerin ele geçirdiği alandan daha büyüktür. 31 Temmuz - 10 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen Passchendale muharebesinde verilen kayıp sayısı (yaklaşık 100 günde!) 200.000 askerden fazladır. (Kesin bir rakam veremiyorlar. Bu tahmini en düşük rakam!) 

Bu verileri gözönüne alırsak, Cambrai muharebesinin en azından başlangıç döneminin bile kutlamaya değer olduğunu kavrarız.

Ancak, bu muharebeye 1. Dünya Savaşı askeri tarihi içerisinde ayrı bir yer veren özelliği, her iki tarafında yeni taktikler kullanmasıdır.

Her ne kadar bazı kaynaklarda, "çok sayıda tankın bir arada kullanıldığı ilk muharebe" olarak değerlendirilse de, bu hem doğru değildir, hem de ön plana çıkması gereken özelliği bu değildir.

İlk önce vurgulanması gereken özelliği, "farklı askeri birimlerin (tank-piyade-topçu- uçak)muharebe boyunca başarılı bir biçimde koordine edildiği (o günün koşullarına göre!) ilk muhaberedir.

Çok sayıda tankın kullanılmasından daha önemlisi, tankların "ancak, büyük kayıplar verilerek ve çok zaman harcanarak geçilebileceği" öngörülen Hindenburg hattını bir kaç saat içinde aşmalarıdır.

Sadece piyadenin değil, yakın top desteği sağlayan hafif topçunun da kabusu olan hendekleri aşabilmeleri için büyük ağaç gövdelerinden oluşan dolgular ve o güne kadar görülmemiş derinlikte, büyüklükte ve yoğunlukta ki dikenli tel engelleri aşabilmeleri ve daha da önemlisi özellikle geriden gelen hafif top çeken atların geçebileceği düzeyde tahrip edebilmelerini sağlayabilecek çapalar eklenmiştir.



Bu sayede tanklar, siper savaşlarında o güne kadar topçunun görevi olan "dikenli telleri imha görevini" üstlenmiştir.

Kullanılan "tahmini top ateşi tekniği" diğer bir yeniliktir. O güne kadar saldırının düzenleneceği bölgede önceden yapılan keşif araştırmalarına gerek kalmamıştır.

Başka bir yenilikte, o güne kadar görülmemiş ölçüde Hava Kuvvetlerinin saldırıya katılmış olmasıdır. Uçaklar sayede muharebe öncesinde ve esnasında keşif yapmakla yetinmemişler, bombardıman ve yer saldırısı görevleri üstlenmişlerdir.

19 Kasım 2017 Pazar

Günün kitabı: "2. Dünya Savaşı yolunda Japonya"

Bugün tanıtmak istediğim kitap, 2015 yılında, "Kitap dostu" yayınevi tarafından piyasaya verilmiş. 254 sayfalık eserin yazarı Sinan Levent.

Bu kitap tanıtımında, farklı olarak, aynı zamanda, tarih çalışmalarında gazetelerin yeri ve önemine kısaca değineceğiz. (En azından İnternet hayatımızda büyük bir yer edinmeye  başlayana kadar!)

Tarih çalışmalarının, çoğu zaman göz ardı edilen önemli kaynaklarından birisi günlük gazetelerdir. (Yeni nesil pek bilmez, eskiden haftalık ve aylık gazetelerde vardı!)
Günlük gazete, genelde bir gün önceki veya daha önemli olaylarda daha yakın bir süre öncesinde gerçekleşen bir olayı aktaran bir kaynaktır.

Sadece haber aktarmakla kalmazlar, yorumlarlar ve hatta hikaye tarzında bir sunum yaparlar.

Gazetelerin toplumlarda kendini yer bulma sürecine bakarsak, ağırlıklı olarak 20. yüzyıl tarihi üzerine çalışma yapan her tarihçi için gazeteler vazgeçilmez bir yazılı kaynaktır.

Her ne kadar verilen haberler kişisel yorum ve hatta hikaye ile mizah içerebilse de, gün be gün bilgi içeren bir sürü haber içeren bu yazılı kaynağı göz ardı etmek doğru olmaz. Araştırılan konu hakkında çok sayıda veri ve belge bulunabileceği gerçeği, günlük gazeteleri, en azından modern tarih araştırmaları için vazgeçilmez kılar.

İşte, bugün bahsetmek istediğim kitap, bu gerçekten yola çıkarak yazılmış.



Kitabın tanıtım yazısından:
"Kısa sürede benzerine zor rastlanan bir kalkınma süreci yaşayan Japonya, 1930 senesi itibariyle dünyanın önde gelen ülkeleri arasına girmiştir. I. Dünya Savaşı sonunda meydana gelen yeni uluslararası düzen içerisinde büyük devletler arasında kendine yer edinmeyi başaran Tokyo yönetimi, II. Dünya Savaşı öncesinde Mançurya'yı istila etmiş, daha sonra Asya Pasifik sularında ve Çin Anakarasında topraklarını genişletmeye çalışmıştır. Bu durum, özellikle bölgede çıkarları olan Batılı devletleri endişelendirmiş ve tedbir alma yoluna itmiştir. Japonya'nın Batılıların Asya'daki hâkimiyetine son vererek Asyalı halkları kendi şemsiyesi altında birleştirmeye yönelik faaliyetleri, Avrupa Devletleriyle sorun yaşamakta olan Çin, Hindistan gibi ülkelerdeki halk ve Türkiye gibi yakın geçmişinde Batılı Emperyalistlerin saldırılarına maruz kalmış devletlerin kamuoylarınca yakından izlenmiştir.

Her ne kadar son yıllarda Japon Tarihi ile ilgili çalışmalarda bir artış gözlense de, toplumsal hafızanın ve genel kanaatlerin oluşmasında etkili olduğunu düşündüğümüz yazılı basın üzerine şimdiye kadar hiç bir çalışma yapılmamıştır. Hâlbuki devlet görevlileri ya da aydın tabakanın dışında kalan Cumhuriyet dönemi Türk kamuoyunda Japonya bilgisi ve imajının oluşmasındaki en önemli araç, şüphesiz gazetelerdir.

Okuyucular bu çalışmayı bitirdiğinde, modern dönem Doğu Asya uluslararası ilişkiler tarihinin merkezindeki Japonya'nın, ortak toplumsal bilincin oluşmasında en büyük araçlardan birisi olan Türk yazılı basınındaki algısına dair fikir sahibi olabilirler."


Başlığı "2. Dünya Savaşı yolunda Japonya" olan kitap, 1930'lu yıllarda Cumhuriyet gazetesinde çıkan haberlerden derlenerek yaratılmış bir eser. 30'lu yıllarda Uzak Doğu'ya saldırgan dış politikası ile damgasını vuran Japonya, o dönem gazetelerin ilk sayfalarında sıkça kendine yer bulan bir haber olmuştur.

Bir okuyucu olarak benim ilk tepkim, bu tip bir araştırmanın neden tek bir gazetenin baz alınarak yazıldığıydı. O dönemin koşulları üzerinde düşününce, hem Cumhuriyet gazetesinin piyasada devlet destekli hakimiyeti hem de sahip olduğu gazetecilik birikiminin bunda büyük bir rol oynadığını anladım.

16 Kasım 2017 Perşembe

II. Wilhelm!

Miras aldığı koltuğu doldurabilecek kapasitede bir karaktere sahip değildi. Doğuştan sahip olduğu özürlüğü kendisini altından kalkamayacağı adımlar atmaya zorlayınca suçlu ve yetersiz bir imparator olarak tarihe geçti.



21 Ağustos 2017 Pazartesi

Günün kitabı: Mac Arthur / Kastaş Yayınları - Bölüm 2!

"Günün kitabı" başlığı altında yayınladığımız yazılara bugün, üyelerimizden Ahmet beyin Kastaş yayınlarından çıkmış olan "Mac Arthur" kitabı hakkında ki tanıtımının 2. bölümünü ekliyorum.
"Sydney L Mayer’in 2002 yılında Kastaş Yayınlarında çıkan Mac Arthur hakkındaki kitabı, Amerikan tarihinin bu karizmatik ve çok popüler Generali hakkında yazılmış orta hacimli bir eser. 1935 yılında 55 yaşında iken emekli olur ve yeni kurulmakta olan Filipinler Ordusunun başına Mareşal rütbesi ile geçer. Böylece Amerikan tarihindeki tek (Amerikan Ordusunun değil Filipinler Ordusunun Mareşalidir.) yabancı bir ordu tarafından verilmiş olsa da Mareşal unvanı taşıyan General olur. 1941 yılında Japonların Pearl Harbour Baskını sonrası Filipinlere de saldırması ile birlikte Mac Arthur’un kariyerindeki en zorlu süreç başlar. Kitap burada Mac Arthur’un 1935 ile 1941 yılları arasında Filipinler Ordusunu ve Filipinler Adalarının savunulması için gerçekte hiçbir şey yapmadığını idda eder. Mac Arthur’un para sıkıntısının ardına sığındığını belirtir ki bu konunun Grup içerisinde bir alt başlık olarak tartışılması taraftarı olduğumu da ifade edeyim.
1942’de Filipinler Adasından ayrılan Mac Arthur, Güneybatı Pasifik Müttefik Kuvvetleri Baş komutanı olur. Orta, Güney ve Kuzey Pasifik Cephesi ise ABD Donanmasından Amiral Nimitz’e tevdi edilir. Kitap burada Her iki cephe komutanı arasında, Mac Arthur ve Nimitz kastediliyor, rekabet yaratılarak Japonya’ya karşı yürütülen savaşın daha bir erken tarihte sonuçlandırılmak istenmesi gerçeğinin de altını çizer. Yazar, Mac Arthur’un Filipinlerin işgaline kadar, Japonların güçlü olduğu adalar guruplarına saldırılmadan bunların atlanması ve daha zayıf adaların ele geçirilerek hava alanı – donanma üssü inşa ederek atlanan kuvvetli Japon üslerinin kademe kademe imkansızlık içinde bırakılarak tecrit edilmesine yönelik savaş stratejisini haklı buluyor. Filipinlerin işgalini ise verilen büyük can kayıpları ve bu ada gurubunun Japonya’ya olan uzaklığı nedeni ile sadece Mac Arthur’un 1941 yılında bu adaları terk etmesinin onun üzerinde yarattığı yenilmişlik hissini (egosunu diyelim) tatmin için yaptığını idda eder. Burada da grup içinde ikinci bir tartışma konusu açılabilir düşüncesindeyim. Çünkü, Leyte Körfezi ve Filipinler Deniz Savaşları olmazsa Japon İmparatorluk Donanması ve Deniz Hava Gücünün ezilip ezilemeyeceği tartışılabilir kanaatimce.

Kitabın son bölümü 1945’e gelindiğinde Mac Arthur ve diğer sınıflardan General ve Amirallerin giderek tonu artan bir şekilde Washington’’u Japonya’ya karşı yapılacak bir istilanın muazzam insan ve malzeme kaybı ile ancak kazanılabileceği uyarılarının, yeni Başkan Truman’ın Japonya’ya karşı Atom Bombası kullanılması fikrini daha fazla içselleştirmesinde rol oynadığını savlar. Ardından Mac Arthur’un biyografisi, Japonya’da yaptığı Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı görevine ve Kore Savaşındaki Komutanlığına bu savaş esnasında Başkan Truman tarafından görevden alınmasına değinmeden sonlanır.

 Kitabın çevirisine gelirsek, çeviri dili biraz sorunlu. Ayrıca dizgi esnasında bir çok kelime hatalı ve/veya yanlış dizilmiş. Bunlar eksiler. Artı olan ise KASTAŞ Yayınlarının, Ülkemizdeki Savaş Tarihi Disiplinine fedakarca yaptığı ESER Kazandırma katkısıdır ki işte bu PARA ile ölçülemez."
İlgilenen tüm arkadaşlar adına, verdiği emek için kendisine tekrardan teşekkür ediyorum.

18 Ağustos 2017 Cuma

Günün kitabı: Mac Arthur / Kastaş Yayınları

"Günün kitabı" başlığı altında yayınladığımız yazılara bugün, üyelerimizden Ahmet beyin Kastaş yayınlarından çıkmış olan "Mac Arthur" kitabı hakkında ki tanıtımını 2 bölüm halinde ekliyorum.
"Sydney L Mayer’in 2002 yılında Kastaş Yayınlarında çıkan Mac Arthur hakkındaki kitabı, Amerikan tarihinin bu karizmatik ve çok popüler Generali hakkında yazılmış orta hacimli bir eser.
Amerikan Kara Kuvvetlerinde Korgeneral rütbesine kadar görev yapmış olan Babası Arthur Mac Arthur’un gölgesinde kalamayacak kadar karizmatik ve “özgüven” dolu oğlu olan Douglas Mac Arthur 1880 yılında doğdu. 1889’da meşhur West Point’e birincilikle girdi. Burada bir ara vererek Mac Arthur’un öğrencilik yıllarında West Point’i ziyaret eden W.Churchill’in bu okul hakkındaki bir gözlemini de bu satırlara ekleyelim. Kardeşine gönderdiği mektupta Churchill, West Point’te aşırı bir disiplin uygulandığını bu kadar sert bir disiplinin kişiyi ne iyi bir vatandaş ne de iyi bir asker olamayacak kadar ezeceğine inandığını yazmış.1903’te İstihkam sınıfından bir Teğmen olarak Filipinlere gitti. 1905 yılında ise Rus – Japon Savaşını izlemek üzere Babasının Emir Subayı olarak Japonya’ya gitti.
İzninizle yine burada bir ara verelim. 1905 Rus – Japon Savaşına, Alman İmparatorluğu (II.Reich) tarafından gönderilen genç bir subaydan söz edelim. Max Hoffmann. Sir Liddel Hart’ın 1.Dünya Savaşı hakkındaki kitabında Rusya’da gözlemci olarak bulunan Max Hoffmann’ın, Mukden Tren İstasyonunda Çarlık Rusya’nın Generallerinden olan Alexander Samsonov ve Paul von Rennenkampf’ın kavgasına şahitlik ettiğini yazar. 1914 yılında 1.Dünya Savaşının ilk günlerinde Almanlar, Rus 2. Ordusunun ki komutanı A.Samsonov’du, Doğu Prusyada ileri harekata başladığını gördüklerinde Alman Komutan M. Von Prittwitz, Doğu Prusya’yı boşaltma kararı alır. İşte tam da burada Max Hoffmann isimli delişmen Subayımız devreye girer. 1905’te şahit olduğu Samsonov ile Rennenkampf arasındaki kavgadan hareketle Rennenkampf’ın 1.Ordusunun, Samsonov’un 2. Ordusunu desteklemeyeceğini düşünür ve nitekim her iki Çarlık Generalinin harekatlarının da birbirinden kopuk seyrettiğini fark eder. Önce Samsonov ve ordusunun ezilmesini önceleyen bir plan hazırlar. Doğu Prusya’yı bırakmak istemeyen Kayzer mevcut komutan M. Von Prittwitz’i azil ederek yerine Hindenburg – Ludendorff ikilisini atar. Sonuç; Tannenberg ve 1.Mazurya Gölleri zaferleridir.
1908 yılında İstihkam tatbikat okulundan mezun olan D. Mac Arthur aynı yıl Başkan Theodore Roosevelt’in yaverliğine atanır. 1911 – 1913 yılları arasında Amerikan – Meksika Sınır Savaşlarında görev yapar. 1917 yılında ABD’nin 1.Dünya Savaşına katılması ile birlikte Avrupa’ya gönderilen ilk Amerikan Tümenlerinden olan 42. (Gökkuşağı) Tümende Kurmay Albay olarak yer alır. Bu savaşlarda Amerikan, Kızılderili çatışmalarında kullanılan taktikleri kullanarak tahkimli Alman Mevzilerinin aşılmasında önemli bir rol oynar. Tabii bu arada bol da madalya alır ve Tuğgeneral olur.
1.Dünya Savaşı Sonrası, sırası ile West Point Komutanlığı, Filipinlerdeki Manila Bölge Komutanlığı ve 1930 – 1935 yıllarında Amerikan Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapar. ABD KKK yaptığı dönemde Büyük Buhranın etkisi altındaki Amerika’da Orduya ayrılacak çok az para olması nedeni ile görev süresi Orduya fon sağlama kavgaları ile geçer. Mac Arthur, elindeki kısıstlı imkanlarla kısa süre sonra modası geçecek silahlara yatırım yapmak yerine, yeni araçlar için pilot modeller yapmaya yöneldi. Böylece Ordu ve Hava Kuvvetleri için yetkin bir çekirdek oluşturur."
İkinci bölümünü en kısa sürede ekleyeceğimi belirterek, verdiği emek için kendisine teşekkür ediyorum.

15 Ağustos 2017 Salı

13 Ağustos "Adlertag" (Kartal günü) hakkında bir kaç rakam!

13 Ağustos "Adlertag" (Kartal Günü) yazısı ile ilgili olarak, Tanju Hocamız bir ekleme yaptı. Önemli rakamlar içeren yazıyı, kendisine teşekkür ederek, buraya ekliyorum.

"13 Ağustos "Adlertag" yani kartal günü ve izleyen hafta içerisinde Almanlar günde 1500'den fazla sorti ile akınları doruğa çıkardılar. 7 Eylül'de 1000 uçakla Londra'yı bombaladılar. Verdiğiniz bilgilere bir ek yapmak isterim. Almanların hava savunma tesisleri yerine akınlarını sivil yerleşimlere kaydırmalar...ı RAF'a toparlanma fırsatı vermiştir. Ama zaten Almanların tahmininden daha fazla uçakları ve pilotları vardı. Bu arada her zamanki sorunumuz olan farklı bilgi meselesi burada gene ortaya çıkıyor. Savaş sırasında verilen 2.968 Alman ve 3.058 İngiliz uçağının düşürüldüğü elbette karşılıklı propagandadan ibaretti.


Gerçek rakama gelince, hepsi İngilizler lehine olmak üzere 915'e 1.733, 938'e 1.679, 1.017'ye 1.882 gibi farklı rakamlar verilmektedir. Devam etsek daha da başkalarını göreceğiz. Ama İngiliz üstünlüğü kesindir. Almanlar hava muharebesine hiç uygun olmadıkları için sinek gibi düşürülen Stuka pike bombardıman uçaklarını kısa sürede çektiler. Ayrıca Heinkel gibi bombardıman uçakları çift motorlu olduğu için bomba yükleri sınırlıydı. Muharebeler Temmuz'dan Aralık ayına kadar sürdü ama en yoğun Ağustos ayındaydı, Eylül'den sonra taciz akınına dönüştü.

Bu arada Adlertag öncesinde 3 Temmuz ile 11 Ağustos arasında da bir nevi hazırlık bombardımanı yapıldı ve bu sürede Almanlar 364, İngilizler 203 uçak yitirdiler."

13 Ağustos 2017 Pazar

Adlertag! (Kartal günü!)

13 Ağustos 1940 günü, Nazi Almanyası tarihine, "Adlertag" olarak geçmiştir. O gün, Luftwaffe'nin (Nazi Alman Hava Kuvvetleri), İngiltere bombardımanını başlattığı gündür. Göring'in tahminine göre, RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) 4 hafta gibi kısa bir sürede, "gökyüzünden silinecektir."

Hitler'in deyişiyle, Luftwaffe, Alman Silahlı Kuvvetleri'nin istilası için, İngiltere'yi istilaya hazır hale gelene kadar bombalayacaktır.

Harekât başladıktan bir hafta sonra, Göring'in boş vaatlerde bulunduğu ortaya çıkar. Daha ilk hafta içinde, Luftwaffe 284 uçak kaybeder. (Çoğu zaman göz ardı edilen bir unsuru hatırlatmak gerekir. Uçaklarından atlayabilen Alman pilotlar, İngiliz pilotların tersine, esir düştüklerinden, birliklerine geri dönüp tekrardan göreve çıkamamaktaydılar. Diğer bir deyişle, sadece "uçak" kaybı değil, ondan daha önemlisi, "pilot" kaybı söz konusuydu.)


Luftwaffe üst düzey kademesinden en çaylak pilota kadar herkes 5 hafta sonunda, İngiltere Hava sahasında üstünlüğü ellerine geçiremeyeceklerini anlar.

Bu, Göring'in ilk büyük yenilgisidir. (Aslında, Dunkerk'de kuşatılmış Müttefik kuvvetlerini yok etme konusunda, Hitler'e verdiği vaatlerde boşuna çıkmıştır. Ancak, Batı Seferi'nin zaferle sonuçlanması, bu başarısızlığın göz ardı edilmesine neden olmuştur.)

10 Ağustos 2017 Perşembe

Niccolö Machiavelli ve "Prens"!

Bugün, 1469-1527 yıları arasında yaşamış siyaset kuramcısı, yazar ve devlet adamı olan Niccolö Machiavelli'in en ünlü eseri olan "Prens" isimli kitaptan bahsedeceğiz.


Kitabı okumamış olanlar bile, "Amaca ulaşmak için her yol mubahtır" sözüyle atıfta bulunmuşlardır. (Belki de farkında olmadan!) İşin ilginci, bu sözün kitapta yer almamasıdır. Ancak, bazı açılardan kitabın ana fikirlerinde birini (bazılarına göre, tekini!) oluşturan ünlü bir sözdür.

Kitaba geçmeden önce, tarihe damgasını vurmuş kişilerin fikirlerini ve eserlerini objektif bir bütünlük içinde anlayabilmemiz için, onların yaşadığı dönemin arka planını iyi analiz etmemiz gerektiği gerçeğinden yola çıkarak, Machiavelli'nin yaşadığı dönem hakkında bir kaç cümle yazalım.

İtalyan Rönesans'ına denk gelen bu dönem, sanat, bilim ve edebiyatta yoğun bir üretimin ve daha da önemlisi o güne kadar görülmemiş fikirler ışığında yaratıcılığın ön plana çıktığı dönemdir.

Machiavelli'in çağdaşları,  Michelangelo ve Leonardo da Vinci'dir.

Yaşadığı şehir, katedraliyle ünlü Rönesans sanatının merkezi olan Floransa'dır.

Ortaçağ’ın dağınık derebeylikleri yıkılırken, merkezî yönetim güçlenmeye başlıyordu.

Yavaş yavaşta olsa, Avrupa'da ki ulusların genel çizgileri ortaya çıkmakta, "modern devlet" kavramı filizlenmeye başlamaktaydı.

Bu gelişim ve değişimlerin ortasında Machiavelli tarihe damgasını vuran bir kaç eser yaratmıştı. Bugün bunlardan birisi olan "Prens" isimli kitabıdır. Bazı eleştirmenler tarafından modern siyaset biliminin temeli olarak kabul edilen kitap, başkaları tarafından "kime ve ne amaçla bile yazıldığı belli olmayan" bir eser olarak görülür.

Günümüzde bile, "Prens"mi yoksa,  "Hükümdar" mı şeklinde, kitabın başlığı hakkında yapılan tartışmalara rastlarsınız.


Kitap, "klasik" ünvanını kazanmış bir çok eser gibi, çok geniş bir yelpazede siyaset bilimi hakkında yazarın düşüncelerini içerir. Hayatı boyunca, İtalya'nın birliği için mücadele etmiş bir düşünür olarak, o dönemin koşullarında,  kullanılan yöntemlerin ahlaki yönlerini gözönüne almadan, ne pahasına olursa olsun bu hedefe ulaşmanın yollarını anlattığı bir eser olarak, kendisine olumlu olduğu kadar olumsuz bir unvan da kazandırmıştır.

Kısacası, başarıya ulaşmak için yönetici doğru veya yanlış, iyi veya kötü, her türlü aracı kullanmalıdır.

Her ne kadar kitap, siyaset üzerine yoğunlaşmışsa da, askerlik sanatının önemini de sürekli vurgular.

Kitabın bazı alt başlıklarına bir bakış atalım:

-Kaç Tür Askeri Güç ve Paralı Asker Vardır?
-Yardımcı, Karma ve Öz Askerler Üzerine.
-Prensin Askerî Konularda Yapması Gerekenler, gibi...

Bu alt başlık örnekleri bile "Savaş Sanatı Üzerine" başlıklı kitabında ki kadar olmasa da, askerlik sanatının devlet kurumunun ve millet olgusunun varoluşunda ki önemini göstermesi açısından yeterlidir.

Bundan dolayı, askerlik tarihi ile ilgilenenlerin okuması gereken klasik bir eserdir.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Günün videosu: 2. Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği'nin kayıpları!

Biraz da cephenin diğer tarafından alıntı yapalım.
Son verilere göre, 2. Dünya savaşı'nda görev alan, 34.500.000 Sovyet askerinden, 6.200.000'u öldü, 15.000.000'u yaralandı.
Diğer bir deyişle, her 5 askerden biri savaş dışı kaldı!
Bunlara 17.000.000 sivil kaybı da ekleyince, karşımıza korkunç rakkamlar çıkıyor.
Doğu cephesinde ki savaşın, bir "imha savaşı" (Vernichtungskrieg) olduğu, Nazilerin amacının, bu topraklarda yaşayanları "yok etmek" olduğu daha iyi anlaşılır.
Onların anısına:

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Facebook'da "Kastaş Yayınları" isimli yeni bir grup kurduk!

Grup üyelerimizden Bekir Becit ile yaptığımız sohbet esnasında, Facebook'da her türlü grubun olduğunu ("Turtalı kek nasıl yapılır?" gibi hayati konuları irdeleyen!), ancak ülkemizde askeri tarih edebiyatını yaşatan Baskan/Kastaş Yayınları hakkında hiç bir tanıtımın yapılmadığını saptadık.

Kısa ve öz bir planlamadan sonra, "Kastaş Yayınları" adı altında yeni bir grup kurduk. Çorbada tuzumuz olsun.

Okumayı sevenlere hayırlı olsun.

https://www.facebook.com/groups/328373527589479/

30 Temmuz 2017 Pazar

İlber Ortaylı'dan "Okunması gereken kitaplar" listesi!

Tarihimizin ışığı İlber Ortaylı bugünkü Hürriyet gazetesinde ki köşesinde, "okunması gereken kitaplar" başlığıyla bir liste hazırlamış.


Hoca "Okuyun!' demiş. Bize de okumak ve yayınlamak düşer.

hangi-kitaplari-okumali?

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Körlüğe karşı kazanılan zafer!

"Askeri tarih nedir?" ve "Askeri tarihimize nasıl sahip çıkarız?" sorularına verilen çok güzel bir cevap!



İngiltere, Staffordshire'da yer alan "National Memorial Arboretum" sergisinde, 1. Dünya Savaşı'nda kör olan askerlere adanmış bir heykel...

İsmi "Körlüğe karşı kazanılan zafer"!


21 Temmuz 2017 Cuma

"Hükümdarlar filozof, filozoflar hükümdar olsaydı, kentlerin yüzü ışırdı." Platon ve Marcus Aurelius!

Platon'un en ünlü sözlerinden birisi, "Hükümdarlar filozof, filozoflar hükümdar olsaydı, kentlerin yüzü ışırdı." şeklinde tarihe geçmiştir.

Antik çağın en ünlü filozoflarından birisi olan Platon'un bu ünlü sözü edildiğinde, akla gelen Roma imparatoru Marcus Aurelius ve ünlü eseridir.


Düşünceler, özellikle Stoa felsefesinden etkilenen imparatorun, evren, akıl, akla uygun yaşamak, yaşam, ölüm; kısacası hayat üzerine düştüğü günlük notlardan oluşmaktadır.

Özellikle, her şeyin sürekli değişim içinde olduğu "hayat" olgusundan, mal ve mülk gibi dünyasal değerlerin geçiciliğini ve buna rağmen insanların içgüdüleri ve her türlü dış güçler tarafından yönetilmelerini irdelediği nükteli notlardan oluşan bir kitaptır.

12 kitap olarak Yunanca yazılmıştır. Kuşaklar boyunca tüm zamanların en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilir.

Aurelius notlarını "sen" diye, okuyucuyla konuşurmuş gibi yazmıştır. Aslında seslendiği okur değil, kendisidir.

"Düşünceler" de, "öğüt" değil, kendisiyle yaptığı vicdan muhasebesidir.

Kısaca herkese gereken bir kitaptır.

18 Temmuz 2017 Salı

"Dunkirk" filminin eleştirisi!

Cumhuriyet gazetesinden Aslı Selçuk'un "Dünkerk" filmi üzerine yaptığı "Yaşamda kalma zaferi" başlıklı eleştiri yazısını, aşağıda okuyabilirsiniz.


"Memento, Inception, Interstellar gibi özgün filmlerin yaratıcısı Christopher Nolan son çalışması Dunkirk’te tarihe Dinamo Operasyonu olarak geçen, Mayıs 1940’ta kurtarılan 350 bin müttefik askerin yaşamda kalma öyküsünü yetkin bir görsellik ve anlatımla irdeliyor.

Tarihe Dinamo Operasyonu olarak geçen, 2. Dünya Savaşı’nda İngiliz,  Belçikalı, Kanadalı ve Fransızlardan oluşan 350 bin müttefik askerin  savaş alanından tahliyesi düşündürücü bir operasyondur. Mayıs 1940’ta Dunkerque’te gerçekleştirilen bu operasyon kimilerine göre bir zaferdir (400  bin askerden 350 binin yaşamı kurtarılmıştır) kimilerine göre ise bir yenilgidir.  Başbakan Churchill operasyonun ardından “Savaş kurtarma operasyonlarıyla kazanılmaz” demiştir. Christopher Nolan düşleri, sihiri, siyah delikleri bir kenara bırakarak Dunkirk’te bu düzmece, sahte savaşı askerlerin, sivillerin, denizcilerin, havacıların gözünden anlatmayı yeğledi. “Dunkirk’te olaylara, tarihsel gerçekliğe, mekanlara sadık kaldım” diyen yaratıcı yönetmen  öykü anlatımını geçmiş ve gelecekteki parçalara bölmeden doğrusal bir çizgide aktarıyor.



“Filmdeki amacım kumsalda sıkışıp kalmış askerlerin ilkel terör  duygularını yansıtmaktı. Bunu yaparken de gökten düşen bombaların çıkardığı seslerin olabildiğince gerçekçi olmasını istedim” diyen Nolan bu operasyonla ilgili araştırma yaparken sahildeki askerlerin çoğunun kaybolduğunu, raporlarda olayın dehşetinin aktarıldığını farketmiş. “Dehşetle birlikte imkansızlık, paradoks ve anlayışsızlık ta vardı.  Mayıs 1940’ta kumsaldaki durum Kafka romanları gibiydi. Bürokratik kabusun yansımasıydı adeta Kumsalda uzayıp giden uzun insan kuyrukları, ne yapacağını nereye gideceğini bilmeyen askerler. Kurtarmanın dışında kumsaldaki hakim duygu umutsuzluk, yoksunluk, unutulmaktı” diyor Christopher Nolan. Askerlerin kıstırıldığı sahilin  tam karşısında onların vatanı, evleri görünüyordu. Almanlar sürekli kumsala bomba atıyorlardı. Günlerce burada bekleyen askerler kendilerini kurtaracak bir krüvazor, gemi bekliyorlardı. Nolan’ı olayda en çok etkileyen dalgakıran olmuş: “Dalgakırana yanaşan gemiler  merdivenleri çıkartıyorlardı fakat gelgit öylesine güçlüydü ki gemiye binmek çok zordu”. Tüm bu dehşeti, umutsuzluğu, yaşamda kalma savaşımını Nolan duyumsal bir çalışma yaparak aktarmayı yeğlemiş. Çok az diyalog var, savaşın ortasındaki insanların korkusunu, kaygısını, umutsuzluğunu onların içsel dünyalarından aktarıyor.

Dunkirk, zamana karşı yapılan bir yarış, dramatik bir gerilim.  Nolan gerilimi, korkuyu entelektüel açıdan yansıtıyor. Memento (Akıl Defteri), Interstellar (Yıldızlararası), Inception(Başlangıç),  Kara Şövalye filmlerinde kullandığı tüm dijital efektlerden, yüksek teknolojiden arınmış bir çalışma. Dönem çalışmasında klasik bir anlatım  ve çizgisel bir zaman kullanıyor. Şimdiki zamana odaklanan dram durumların, olayların anındalığını yansıtıyor. Hava, kara ve deniz açısından anlatılan filmde bazı askerler sahilde bir hafta süresince kalıyorlar, gemilerde kurtarma operasyonları tüm gün sürüyor, Büyük Britanya’dan Dunkerque’e Spitfire’larla ( 2.Dünya Savaşı’nda kullanılan avcı uçakları) uçan pilotlar depolarına 1 saatlik benzin  dolduruyorlar, tarihin bu farklı vizyonlarını yönetmen yetkinlikle içiçe geçiriyor. Dramatik gerilim aykırı durumlara odaklanırken izleyici asker dalgakırana ulaşacak mı, pilot görevini başaracak mı gibi soruları soruyor. Gerilimli sekanslardan oluşan Dunkirk bunları insani boyutta irdeliyor. Kahramanların özgeçmişlerini bilmiyoruz, başat soru bu cehennemden kurtulabilecekler mi ? Üstlerine bomba düşmeden dalgakırana ulaşabilecekler mi ? Geçen bir geminin altında ezilmekten kurtulabilecekler mi ? Film anın yoğunluğunu bize güçlü bir şekilde duyumsatıyor, savaş filmi olmaktan öte yaşamda kalma, yaşama sarılma öyküsü. Filmden taşan enerji gerilimi yaratıyor.

Yapımcı eşi Emma Thomas’ın önerisiyle bu projeye girişen Nolan’ın tasarladığı ilk temel görüntü dalgakıranda kümelenen askerler olmuş. “Bu görüntü hem metaforik hem de alegorik bir güç taşıyordu. Karabasanda tehlikeden kaçmaya çalışırsınız ama hareket edemezsiniz donup kalırsınız. Dunkirk’le ilgili askeri raporlarda hep bu belirtiliyordu. Tam bir düş kırıklığı. Kafka’nın Dava’sı gibi, bürokrasinin ikilemi, ulaşılamıyan gerçek” diyen sinemacı askerlerin yaşadığı düş kırıklığı, umutsuzluğu yansıtıyor. Yönetmen Dunkirk’e hazırlanırken sessiz sinemanın klasiklerini (Hoşgörüsüzlük, Şafak) izlerken bu örneklerin coğrafya ve  mekanı nasıl kullandıklarına dikkat etmiş. Nolan’a göre coğrafya anlatım dilinin temeli: “Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği kitabını çok severim. Coğrafya ve öykü anlatımının en saf formudur. Conrad insan zihninin derinliklerine iner. Bu içsel yoksa dışsal bir yolculuk mudur ? Sorduğu gerçek soru budur. Yolculuk nasıl anlatılır ? Sinemadaki temel soru bana göre budur. Dunkerque İncil’deki çok özel bir bölgedir, İngilizler
Mısırlılar tarafından kovulup Kızıl Deniz’e bırakılan Yahudiler gibidirler. Musevi–Hristiyanlıkta burası olaya güçlü bir mitolojik boyut katar” vurgusunu yapan yönetmen Dinamo Operasyonu’nu günümüz izleyicisi için modern bir anlatımla betimliyor.


Hollywood filmlerinin klişe yapılarından uzak durmaya karar veren yönetmen en deneysel çalışmasını gerçekleştirdiğini açıklıyor: “Deneysel girişimlerde bulundum. Hollywoodvari yapaylıkları atmaya çalıştıkça, ilerledikçe kendimi daha arınmış, saf hissettim”. Dinamo Operasyonu’nun hem zafer hem de yenilgi olarak algılanması Nolan’ı cezbeden nokta olmuş.  Christopher Nolan belirsizliklerin var olduğu bir sinema yapmayı  yeğliyor, onu da özgün kılan bu yönü. Gizemli, şaşırtıcı, düşündürücü, geleneksel ve mutlu sonu olmayan filmler yapıyor. Onun en büyük  isteğiyse izleyici olağanüstü, sıradışı boyutlara taşımak, sürüklemek.

Yaşamda kalma, umut, savaş deneyimi, düş kırıklığı, umutsuzluk temalarını işleyen, Christopher Nolan’ın yönettiği, Tom Hardy, Cillian Murphy, Harry Styles, Kenneth Branagh, Mark Rylance, Fionn Whitehead, Aneurin Barnard, Damien Bonnard, Elliott Tittenson’ın oynadığı Dunkirk, 21 Temmuz’da  sinemalarımızda gösterime giriyor."

Eleştiri bayağı geniş kapsamlı, dikkatimi çeken nokta, bunca yıllık "Hayatta kalma zaferi" sözü, neden "Yaşamda kalma zaferi" oldu?