Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

29 Temmuz 2014 Salı

Yugoslavya ve Yunanistan işgali nedeniyle, Barbarossa Harekâtı'nın başlama tarihinin ertelenmesi mi başarısızlığa yol açmıştır?

İtalyan diktatör Mussolini'nin başarısız kalan Yunanistan'ı işgal planından dolayı, 15 Mayıs 1941 tarihinde başlaması planlanan Barbarossa Harekâtı, Yugoslavya ve Yunanistan'ın işgalinden sonraya kalmıştı.

Alman Genelkurmayı tarafından Mart sonunda yapılan tahminlerde, her iki ülkenin işgalinin, yaklaşık olarak 4 hafta sürebileceği hesaplanmıştı. Savaştan sonra yapılan analizlerin çoğunda, askeri tarihçiler ve Wehrmacht üst düzey komuta subayı, bu 4 haftalık gecikmenin, Barbarossa Harekâtının başarısızlığına yol açtığını iddia etmişlerdir. Hatta, bazıları, daha da ileri gidip, Nazi Almanya'sının savaşı kaybetmesinin nedeni olarak bu 4 haftalık gecikmeyi göstermişlerdir.

İkinci iddianın tutarsızlığı üzerine herhangi bir yorum yapmaya bile gerek yoktur. (Hem S.S.C.B. hem de A.B.D.'ne savaş ilan eden bir Nazi Almanya'sının ayakta kalması imkansızdı.) Ancak, ilk iddiayı, biraz daha değişik formüle ederek, "4 haftalık gecikme, Nazi Almanya'sı ordularının, Moskova'yı almasını engellemiştir." diyebiliriz.

Ancak, yaklaşık olarak, son 20 yıldır yapılan araştırmalarda başka bir yaklaşım göze çarpıyor. O da, coğrafya ve iklim gibi birbirine bağlı iki doğal unsura dayanmakta. İlki, 1941 ilkbaharının alışılmıştan daha geç başlaması ve daha uzun sürmesi nedeniyle, karların geç erimesi ve çamurlu bahar döneminin uzun sürdüğü saptamasıdır. Bu hava koşullarının, altyapıyı ve zaten kötü durumda olan toprak yolları nasıl bir çamur deryasına çevirdiği kesindir.



Diğer taraftan, çamurlu bahar dönemi geçtikten sonra bile, eriyen kar suları ile taşan veya en azından debisi artarak, genişleyen nehirlerin, Haziran başına kadar, saldıran taraf için önemli bir engel teşkil ettiği hesaplanmıştır.


Bu koşullarda, Balkan seferi olmasa bile, Barbarossa Harekâtının saptanan tarih olan 15 Mayıs 1941'de başlayamayacağı, bir çok askeri tarihçi tarafından iddia edilmektedir.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

A.B.D.'nin sanayi gücünün askeri üretimi kaydırılması ve müttefikler için doğan umut!

Bugün, Sertel ve diğer gazetecilerin yaptıkları gezinin son kısmına geldik.

Sayfa 242:

"İngiltere’de bir ay kaldıktan sonra uçakla Amerika’ya geçtik. Amerika’da daha yere indiğimiz andan başlayarak bambaşka bir hava ve manzara ile karşılaştık.

Burada savaşın hiçbir izi yoktu. Amerikan milleti hiçbir fedakârlığa katlanmak zorunda kalmamıştı. Hayat normal bir halde olduğu gibi devam ediyordu. İngiltere’deyken sabah kahvaltısında adam başına verilen yağ ancak bir lokma ekmeğe yetecek kadar az ve gülünçtü. Burada ise, önümüze bir paket yağ kondu, bitiremedik. Artan yağ gözümüzün önünde çöpe atılınca, şaşırdık.

Amerika’yı baştanbaşa dolaştık. Amerikalılar bize savaş hazırlıklarını gösterdiler. Bu bakımdan bütün Amerikan sanayisi ve tüm Amerikan kaynakları seferber edilmişti. Tersaneler gezdik. Üç günde 10 bin tonluk bir gemi yapıyorlardı. Amerikan’ın batısında Portland şehrinde yeni kurulmuş bir tersaneyi geziyorduk. Yan yana kurulmuş 12 kızak üzerinde 12 gemi hazırlanıyordu. Kimine henüz başlanmış, kimi yarı yapılmış, kimi bitmek üzereydi. Bizi gezdiren adam bitmek üzere olan gemiyi göstererek: "Bu gemi yarın denize indirilecek." dedi.

Deniz ve gemicilik işlerinden anlayan arkadaşımız ağabeydin Daver (Blogcunun notu: Hitler, emekli general Ali İhsan Sabis’le, emekli general Hüsnü Emin Erkilet’i Doğu cephesine gözlemci olarak davet etti. İki emekli generalin, Führer’in hoşuna gitmek ve Türkiye’de ki yandaşlarına moral vermek için yazdıkları abartılı savaş haberlerine karşı, Hasan İzzettin Dinamo, yeni ses dergisinde bir yergi şiiri yayımladı. “İki emekli general ve bir sivil amirale”. Sivil amiral, emekli generaller çizgisinde ki köşe yazarı Abidin Daver’di. O da diğerleri gibi Hitler’ciydi.) kendini tutamadı. Türkçe, "Atma Recep, din kardeşiyiz!" deyiverdi.

Haklıydı. Çünkü denize indirileceği söylenen geminin daha güvertesi tamamlanmamış, vinçleri yerlerine konmamış, kaptan köprüsü kurulmamıştı. Bu geminin 24 saat içinde tamamlanıp denize indirilmesi, bizim gözümüzle, olanaksızdı. Arkadaşımızın sözlerini İngilizce ye çevirip bizi gezdiren adama söylediler.

Adam gülerek,
-Yarın sabah, saat 10’da bu geminin denize indiriliş törenine davetlisiniz. Geldiğiniz zaman görürsünüz, dedi.

Ertesi sabah gittik. Geminin görünüşü eksiksizdi. Gemiyi denize indirmeden, bizi gemiye aldılar. Kaptanın yazı masasına, masanın üstündeki lambasına, kağıt kalemine kadar her şey tamamdı. Gemi işçileri işlerinin başına geçmişlerdi. Tam saat 10’da gemi törenle denize indirildi. Şaştık, kaldık. İşte yalnız bu tersane 3 günde 1 gemi yapıyordu.

Modern uçak fabrikaları gördük. Seri halinde dev gibi büyük bombardıman uçakları çıkarıyordu. Cip fabrikalarını gezdirdiler. Yalnız bir fabrikada günde üç bin cip yapıyorlardı. Tank fabrikaları seri halinde tank çıkarıyordu.

Amerika işi ciddiye almıştı. O vakit cumhurbaşkanı olan Roosevelt, Almanya’yı yenip nazizm tehlikesini yeryüzünden kaldırmaya azmetmişti. Amerika’nın İngiltere gibi, gizli emeller pesinde koştuğunu gösteren bir belirti de yoktu. (BN: Safça bir yaklaşım!) Bir Amerikan generali bize büyük bombardıman uçaklarını göstererek:”İşte Almanya’nın canına okuyacak uçak budur.” demişti.

Amerika’dan umutlu ve iyimser döndük. Okuyucularımıza, Müttefiklerin savaşı kazanmalarının kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalıştık.

Bu yayın, kamuoyunda büyük tepkiler yaptı. Almanya karşıtlarının umutlarını güçlendirdi. Hatta, hükümetin politikasını bile etkiledi. O zamana kadar kabinede Almanya’dan yana olanlar büyük rol oynuyorlardı. Hatta onların baskısıyla hükümet, tarafsızlık politikasıyla bağdaşmayacak işler bile yapmıştı. Örneğin, Almanya’nın Romanya yoluyla Karadeniz’e indirdiği küçük savaş gemilerini geceleri gizlice Boğazlardan geçirmelerine göz yumulmuştu. Almanya, Afrika’da ki kuvvetleri, hükümetin göz yumma politikası sayesinde beslemeyi ve desteklemeyi başarmıştı. (İtalya gibi bir müttefik dururken, Rommel’e desteğin bu yoldan yapılacağını düşünmek, çok yanlış!)

Evet, kısada olsa, o devri yaşamış ve diğer ülkeleri gezme fırsatı bulmuş, bir gazetecinin elinden 2. Dünya Savaşı izlenimleri!

Umarım ilginizi çekmiştir!

22 Temmuz 2014 Salı

2. Dünya Savaşında Ingiliz propagandası ve savaşa bakışları...

Merhaba!

Zekeriya Sertel'in anıları kaldığımız yerden devam ediyorum:

Sayfa: 230

"Çok geçmedi; biz memlekete döndükten sonra, İkinci Dünya Savaşı başladı. Türkiye’nin, İngiltere ve Fransa ile imzalanmış karşılıklı antlaşmaları vardı. Bu ülkelerin yanında savaşa katılacak mıydı? Herkesin merak ettiği buydu?

Çünkü, Birinci Dünya Savaşının facialarını henüz unutmamış olan Türk halkı, yeni bir savaş felaketine katlanmak istemiyordu. Zaten böyle bir savaşa manen de, maddeten de hazırlanmış değildi.İşte bu hava içinde devlet başımda bulunan İnönü, Türkiye’nin bu savaşta tarafsız kalacağını ilan etti. Fransa ve İngiltere ile imzalanmış olan anlaşmaların Türkiye’ye yüklediği görev, Almanlara bu bölgede yolu kapamak suretiyle yerine getirilecekti. Halk geniş bir nefes almıştı. Biz basın mensupları da hükümetin bu tarafsızlık politikasını alkışladık. Özellikle gazetesinde Türkiye’nin bu emperyalist savaşta yeri olmadığı yolunda uzun boylu yayın yaptık.

Başlangıçta Almanların büyük zaferleri basında ve bu yolla memlekette geniş yankılar uyandırıyordu. Almanya’dan yana olanlar zaten hükümetin tarafsızlık politikasını beğenmiyorlardı. Almanya’dan yana olan gazeteler büyük puntolarla Alman zaferlerini belirtiyor, Türk kamuoyunda Almanlara karşı hayranlık duyguları yaratmaya çalışıyorlardı.

Hele Alman orduları Sovyet topraklarına gelince, faşistler düğün bayram yapmaya başladılar. Nazizmin üstünlüğü, insanlığın yeni ihtiyaçlarına cevap veren tek cereyan olduğu yolunda yazılar görülüyordu. HÜKÜMETTE BU PROPAGANDALAR KARŞISINDA KAYITSIZ KALIYORDU.

İngilizler ve Amerikalılar ile Fransızlar, bu propagandaya kendi örgütleriyle karşı koymaya çalışıyorlardı. Amerikalılar Beyoğlu’nda büyük bir “Haberler Bürosu” açmışlardı. İngiliz elçiliği de bir propaganda bürosu kurmuş, bir de dergi çıkarmaya başlamıştı. Son bir tedbir olarak Türk gazetecilerini kendi memleketlerine davet ettiler.

İNGİLTERE’de

1942 yılının Ağustosunda Ankara ve İstanbul gazetelerini temsil eden bir heyet halinde yola çıktık. Aramızda gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, gazetesi sabihi Ahmet Emin Yalman, gazetesinden Abidin Daver ve Ankara’da gazetesinden Ahmet Şükrü Esmer vardı. Bunların hepsi İngiltere ve Amerika’dan yana idiler.
(Blogcunun notu: Abidin Daver, eski bir emekli amiral olup, Hitler tarafından 2 emekli generalle birlikte, Doğu cephesine davet edilmiştir. Ondan sonra, Nazi Almanyasını destekleyen yazılar yazıp, İzzettin Dinamo’nun ünlü, “İki emekli general ve bir sivil amirale” şiirine konu olmuştur.)

Londra’ya gidebilmek için Suriye ve Kahire yoluyla önce Afrika’ya indik. Sonra Afrika’yı ortasından aşarak Nijerya kıyılarına Lagos’a ulaştık. Oradan Batı Afrika’yı dolaşarak Portekiz’e çıktık. Ancak 15 günde Londra’ya varabildik.

İngiltere’yi sıkı bir harp düzeni içinde bulduk. Londra’nın göbeği, yani en zengin kısmı Alman hava bombardımanlarıyla bir harabeye dönmüştü. Yiyecek, giyecek kıtlaşmıştı. Mılletvekilleri ve Lord’lara varıncaya kadar bütün İngilizlerin üst başları eski püskü idi. Hatta kolları meşin yamalı ceket giymek moda olmuştu. Her şey ye bağlanmıştı. Fakat şu dikkatimizi çekti: Hangi sınıfa mensup olursa olsun, İngilizler bu mahrumiyete seve seve katlanıyorlardı. Bu düzeni kendi kişisel çıkarları yararına bozmak akıllarına bile gelmiyordu. Lordlar bile masraflı malikanelerini kapatarak otellere inmişlerdi. Kadınlar askerlik yapıyorlardı. İki siyasi parti (Muhafazakar ve İşçi Partisi) birleşmiş, ortak bir hükümet kurmuşlardı. Hükümetin başımda Churchill vardı.

Bizlere uçak manevralarını gösterdiler, deniz tezgahlarını ve askeri fabrikalarını gezdirdiler. Alman uçaklarının yıktığı şehirleri gösterdiler. Bütün hazırlık Avrupa’ya batıdan asker çıkararak ikinci bir cephe kurmak içindi. Fakat bir türlü ikinci cepheyi açmaya yanaşmıyorlardı. Bundan dolayı Sovyetler, müttefiklerinin samimiyetinden şüphe etmeye başlamışlardı.

Londra’da, dönemin Dışişleri Bakanı Eden, bizi kabul etti. Bir ara sordum:
-Niye harekete geçip Almanları iki cepheden mengeneye almayı geciktiriyorsunuz?

Eden bu sorudan hoşlanmadı. Gülümseterek,
-Stalingrad savaşının sonucunu bekliyoruz, dedi.

Bu defa da ben güldüm.
-O vakit belki de çok geç kalmış olmayacak mısınız?

Cevap vermedi. Stalingrad savaşı Sovyetlerin yenilgisiyle sona ererse,İngiltere bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Yani hem Almanya yıpranmış olacak, hem de Sovyetler bir daha toparlanamayacaklardı. Mr. Eden’in cevabından bunu çıkarmamak mümkün değildi.

Fakat Stalingrad savaşı, Almanların yenilgisiyle sonuçlandı ve savaşın kaderi belli oldu. Müttefikler ancak ondan sonra artık batıda ikinci cephe açmaktan başka çare kalmadığını gördüler ve Avrupa’nın batı sahillerine asker çıkardılar.
(Blogcunun notu: Stalingrad kuşatması, 2 Şubat 1943 tarihinde sona erdi. Müttefiklerin, Batı sahillerine çıkartma yapmaları ise, 06 Haziran 1944 tarihinde gerçekleşti. İki tarih arasında ki fark, Müttefiklerin hiç de o kadar hızlı hareket etmediklerini gösterir.)

Biz bakanlar tarafından birer birer kabul edildik. İşçi Partisi adına kabine de başbakan yardımcısı olan Sir Staffort Krips, kabinenin en sol, en doğru görüşlü, en kuvvetli üyelerinden biriydi. Bizi kabul ettiği zaman dedi ki:

-Görüyorum ki, içinizde bir Sovyet endişesi var. Sovyetler Birliği’nin, Çarlık Rusyası gibi Türkiye için bir tehlike olduğuna inananlarınız var. Bu düşünce tamamıyla yanlıştır. Sovyetler Birliği’nin Boğazlarda gözü yoktur. Onun bütün isteği, Boğazların güçlü bir Türkiye’nin elinde bulunmasıdır. Hatta bu amaçla, Boğazların hinterlandının, etrafında ki toprakların genişletilmesi ve Türk – Yunan sınırının biraz daha ileriye atılması tezini savunmaktadır. Bunu bir DÜŞÜNCE olarak DEĞİL, BİLGİME DAYANARAK söylüyorum. (Blogcunun notu: Maalesef bilgisi (!) yanlışmış! Ya da Stalin, zafer sarhoşluğu içerisinde fikrini değiştirdi!)

İngiliz Bakanının bu sözleri, o zamana kadar kararsızlık içinde olan arkadaşlardan bazılarını düşündürdü, Sovyetlere sevgi duymayan bazılarını da hayal kırıklığına uğrattı. Fakat kimse, bu sözlere itiraz edemedi.

İngiltere’den müttefikler arasında (Blogcunun notu: Bunun, sadece İngiltere’ye yapılan bir ziyaret olduğu göz önüne alınırsa, o an çoğul konuşmak için Amerikan yaklaşımı hakkında ki bilgiler eksik!) Sovyetlere karşı beslenen gizli maksatları öğrenmiş olarak ayrıldık. Ama savaşın sonucu konusunda artık umutluyduk. (Blogcunun notu: Neye dayanarak? İngiltere'nin ne asker sayısı, ne de üretimi Almanlara karşı koyacak bir düzeyde değildi!)

Devamı var...

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Majino Hattı ve 2. Dünya Savaşında Fransız stratejisi!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun hatıralarından sonra, 2. Dünya Savaşı döneminde yaşamış ve gezmiş diğer Türk yazar ve gazetecilerin kitaplarını ararken, aşağıda kitaba rastladım:

Zekeriya Sertel'in yazdığı "Hatırladıklarım (1905 – 1950)" isimli anı kitabı, Yaylacık matbaası tarafından 1968 yılında basılmış. 310 sayfalık kitabın satış fiyatı 12,5 TL imiş.

Zekeriya Sertel’in hatırladıklarından sayfa 225’den itibaren:
“Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra en çok merak edilen şey, dış politikanın alacağı yeni yöndü.
İkinci Dünya Savaşının arifesinde bulunuyorduk. Yabancı devletlerin Türkiye’deki propaganda faaliyetleri de bir kat daha artmıştı. Alman propagandası etkisiz kalmıyordu.
ALMAN TERBİYESİ GÖRMÜŞ BAZI SUBAYLAR Almanya’ya karşı bir sevgi duyuyorlardı.
ALMANYA’DA YETİŞMİŞ GENÇLERİN BİR ÇOĞU Hitler’e hayrandı.
Almanya, Atatürk’ün ölümünden sonra von Papen’i Türkiye’ye sefir göndermişti.
Atatürk von Papen’i sevmezdi ve o sağ kaldıkça bu Alman casusu Türkiye’ye ayak basamamıştı.Onun Türkiye’ye gelmesi iyi bir belirti değildi. Zaten hükümet içinde Sovyet düşmanı olanlar artık kendilerini saklamıyorlardı. Bunların içinde o vaktin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu başta geliyordu. (Saraçoğlu’nun yaklaşık 4 yıl süren Başbakanlığı esnasında, bilhassa Alman gemilerinin Boğazlar’ dan geçirilmesi ile ilgili başka anılara daha sonra değineceğiz.) O sıralarda Saraçoğlu Stalin’le görüşmek üzere Moskova’ya gitmişti. Fakat aksi tesadüf Almanya’nın Dışişleri Bakanı von Ribbentrop da o sırada Moskova’da bulunuyordu. Onun yüzüne bakan olmamıştı. Bu nedenle memlekete kızgın dönmüştü. Artık açıktan açığa Sovyetler aleyhinde konuşmaktan çekinmiyordu.
İngilizler ve Fransızlarda boş durmuyorlardı.Onlarda bir yandan hükümeti, bir yandan da basın yoluyla Türk kamuoyunu kazanmaya çalışıyorlardı.Bu amaçla, 1939’da Fransa, bazı Türk gazetecilerini Paris’e davet etti. Gidenler arasında ben de vardım. Heyetin öteki üyeleri “Ulus” gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay, “Akşam” gazetesi başyazarı Necmettin Sadık, “Tanin” gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit’ti. Aramızda bir de hükümeti temsil eden topçu komutanı General Pertev bulunuyordu.
Fransızlar bize savaş hazırlıklarını gösterdiler. Fabrikaları gösterdiler. Anaçları, bizde Fransa’nın kuvvetli olduğu inancını uyandırmak ve bunu kamuoyuna bildirmemizi sağlamaktı.
(Blogcunun notu: Halbuki, Alman Genelkurmayı, bazı Fransız subaylarının yazdığı kitaplar sayesinde, en azından Fransız Genelkurmayının “genel savaş stratejisi” hakkında yeterli bilgiye sahiptiler.)
O vakit Fransızlar 'Majino Hattı' denilen savunma hattına büyük önem verirlerdi.Almanların bu hattı yarıp geçemeyeceklerine inanmışlardı. Aynı güveni bize de vermek istediler. Bu amaçla, bizi 'Majino Hattı'na götürdüler.
Bu savunma hattı, sınır boyunca baştanbaşa dağlar içine oyulmuş istihkamlardan ibaretti. Biz bu istihkamlardan birine gittik.Büyük bir dağın eteğinde otomobillerden indik. Ray üzerinde işleyen küçük vagonetlere bindik. Dağın içine giden bir tünele girdik. Hayli gittikten sonra tam dağın üzerinde yere indik. Orada bir 'lift'e bindik. Dağın içinden yükselerek tepesine çıktık. Burada düşmanın göremeyeceği biçimde bir küçük yapıya girdik.Yapının içinde çeşitli savunma tesisleri kurulmuştu. Geniş bir sahayı gözaltında bulunduruyordu. Düşmanın görünmeden bu bölgeye girmesine imkan yoktu. Çeşitli yerlerde kurulan gözetleme merkezlerinden düşmanın hareleti hakkında dakikası dakikasına haberler geliyordu. Bu haberler duvarlarda elektrikli lambalarla komutanlık odasına veriliyordu.Komutan bu bilgiye göre, düşmanı top ateşine tutacaktı.Bu tesisler gerçekten insana güven veriyordu. Almanlar bu hattı yaramazlardı.
Fransız komutanı General Pertev’e bir deneme yapılmasını isteyip istemediğini sordu.Türk generali zaten gördüklerinden şaşkınlık içindeydi. Hemen tatbikata geçilmesini rica etti. Komutan emir verdi, bütün aletler işlemeye başladı. Duvarda lambalar yanıp sönüyordu. Gözetleme merkezlerinden haberler geliyordu. Bu hazırlık iki dakika sürdü ve ateş emri verildi. General Pertev hayretler içindeydi.
Fransız komutanına dönerek,
-Nereye ateş ediyorsunuz? Düşman nerede? diye sordu.
Fransız komutanı bizim generalin bilgisizliği karşısında gülümsedi ve 'Efendim, tabloyu gördünüz. Gözetleme merkezinden aldığımız haberlerle biz düşmanın nerede olduğunu biliyoruz.Onu gözle görmeye gerek var mı?' dedi.
Bizim topçu komutanı utandı mı, bilmiyorum. Fakat biz, birbirimize utanarak baktık.

Fakat, savaş Fransızların yanlış hesaplara dayandıklarını, bir gaflet uykusuna daldıklarını göstermişti. Çünkü savaş başlayınca, Almanlar, bu hattı yarmaya lüzum bile görmemiş, Belçika üzerinden bir hafta içinde Fransa’ya girerek 'Majino Hattı'nı arkadan çevirivermişlerdi.

(Blogcunun Notu: Alman Genelkurmayı, Fransız generali Chauvineau tarafından yazılan “L’invasion est elle Encore Possible?” (İşgal hâlâ mümkün mü?) isimli kitabın içeriğinden, Fransızların istihkâmlarının aşılmaz olduğuna inandıkları için, bir savunma savaşı ile yetineceklerini anladılar.

Kitabın bir bölümünde, general: “Almanların Fransa’ya girebilmeleri için geçmek zorunda kalacakları 250 millik hat boyunca, 3 milyon adam ve gerekli makineli tüfek ve pil kutuları yerleştirmekle, 3 yıl süreyle bu hattı korumuş olacağız.” diyordu. Birinci Dünya Savaşının en kanlı muharebelerinden biri olan Verdun’de Fransız savunma stratejisini belirleyen ve Majino Hattının yapılmasına ön ayak olan 3 generalden birisi olan Mareşal Petain, hâlâ, tel örgüleri ve makineli tüfekleri, modern orduları durdurmak için yeterli bulmaktaydı.

Alman genelkurmayı, yukarıda sözü edilen kitaba bir de Önsöz yazan Petain’in yaklaşımlarından, Fransız ordu birliklerinin modern harekat yöntemiyle (tank, zırhlı araçlara bindirilmiş piyade ve uçak kombinasyonu) yarıp geçme konusunda hiçbir şey bilmediklerini anladılar.)
Devamı var...

16 Temmuz 2014 Çarşamba

2. Dünya Savaşı'nda Türkiye!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, "Politikada 45 yıl" isimli kitabından alıntılar yapmaya devam...
Bugün, aynı dönemin bizi daha çok ilgilendireceğini düşündüğüm, başka bir kısmına ait alıntılar yapıyorum.

2. Dünya Savaşı'nda ülkemizdeki bir takım gelişmeler hakkında Yakup Kadri'nin anıları:

Sayfa: 153

"Yıl 1939’du.

Ikinci Dünya Savaşı patlamak üzereydi.

Ismet Paşa, Ingiltere ve Fransa ile ittifak akdettiğimiz günden beri, artık kıtalar arası bir siyaset gütmesi gereken bir devletin başkanı idi.

Bunun için, her zamandan ziyade o günlerde iç politika dırdırlarından sıyrılmaya, tam manasıyla milli birliğe dayanmaya ihtiyacı vardı."

Sayfa 159

"Yeni Cumhurbaşkanı çevresinde, her gün, her vesileyle, Atatürk adının dilden düşürülmemesi pek hoş karşılanmıyordu.

Atatürk, Atatürk, Atatürk..

Bu ad, Ismet Paşa’nın kulaklarında ne zamana kadar bir ‚Yat! Kalk!’ borusunun sesi gibi aksedip duracaktı? Evet, Atatürk, sanki hala ona kumanda ediyor gibiydi.

Hele, harp tehlikesinin –Fransa yenildikten sonra- bize daha da yaklaştığı kuşkusuna kapılan halkın gözü onu artık hiç görmez olmuş, Atatürk’ ün manevi şahsiyetına başvurup 'Ah, Atatürk neredesin?' diye sızlanan vatandaşların sayısı günden güne artmaya başlamıştı.

Aydınlar ve politikacılar çevresinde ise, Ingiltere ve Fransa ile yaptığımız üçlü Paktın aleyhinde bulunanların ve bununla başımızı belaya soktuğumuz kanaatini taşıyanların bozguncu sesleri, alarm verici yazıları bütün amme efkarımızı (blogcunun notu: toplumun genelinde) kavramış bulunuyordu.

Bunu da garipsememek lazım gelirdi.

Zira, gazetelerimizin hemen hepsi Alman Harp Bildirilerini manşetler altında yayınlamakta adeta birbirleriyle yarışa girmis gibiydiler.

Hele Istanbul’da çıkan yüksek tirajli iki gazetede 'Harekati Harbiye' yorumculuğunu yapan iki emekli Türk generalinin, bir takım teknik ve stratejik görüşlere dayanarak Hitler ordularının 'nihai' zaferi kazanmak üzere olduğunu kesin bir kanaat halinde belirten yazıları, en parlak kurmay subaylarımızın bile kafalarını bulandıracak bir mahiyet taşımakta idi.

Hele Alman orduları sınırlarımıza kadar gelip dayandığı ve bu sınırları yalayarak Rusya’nin üstüne abandığı vakit, memleketteki hava, onu bunaltacak kadar ağırlaşmış olsa gerekti.
„Ismet Paşa, Türkiye’nin kaderini Batı demokrasilerinin kaderine bağlayarak büyük bir hata işlemiştir.“

„Iste şimdi işin içinden nasıl çıkılacağını bilemiyor.“; „Almanya ile neden bir uzlaşma yolu aramıyor?“
mırıltıları bilgili ve bilgisiz hemen herkesin ağzında dolasmakta idi.

Almanya büyükelcisi von Papen bu durumdan faydalamasını çok iyi bildi.

Hitler’den Ismet Paşa’ya getirdiği, dostluk mesajlarıyla, bir Türkiye-Almanya Saldırmazlık Antlaşmasına yol açmakta gecikmedi ve bu antlaşmanın imzalanmasından sonra, Ankara’nin en popüler yabancı temsilcilerinden biri oldu.

Onun tarafından davet edilmek, bir çok diplomat, politikacı ve basın adamı için adeta bir şeref nedeni olmustu.
Almanya’nın, Sovyet Rusya’ya saldırmasından sonra da, bizim bir Alman saldırısına uğrama ihtimalimiz ortadan kalktığı için, bir genel rahatlama söz konusu olmasına rağmen; Ismet Paşa’nın güttügü, Ingiliz dostluğu politikası yine de büyük bir çoğunluğun yüreğinde kuşkular uyandırmaktaydı.

Bence, (Karaosmanoğlu) bunun birinci sebebi, Paşanın bu politikasını millete benimsetememek ve halkın genel izleniminin, ağırlıklı olarak Alman taraftarlarından oluşan bir basın tarafından yönlendirilmesiydi.

Etrafı çepeçevre ateşle çevrilmiş Türkiye gibi bir ülkede bu çok tehlikeli bir durumdu. Daha da ilginci, o zamanlar, bir „Milli şef“ rejimine ve ağır bir basın kanununa sahip olmamıza rağmen, „dış politika“ ile ilgili konularda yazılan yazılar değil, „iç politika“ haberleri gazetelerin kapanmasına neden oluyordu."

Bol bloglu günler!

13 Temmuz 2014 Pazar

2. Dünya Savaşı'nda İsviçre!

Merhaba!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, "Politikada 45 yıl" isimli kitabından aynı döneme ait diğer bir ilginç anısı, savaşa katılmayan az sayıdaki ülkelerden birisi olan İsviçre'ye ait...

Sayfa: 173

"Bu küçük Avrupa ülkesinin durumu, bazı farklarla bize benziyordu.

Üstelik tarım mahsulleriyle, ham madde kaynaklarından tamamen yoksundu.

Ancak, şu var ki, bu memleketin idarecileri daha 1936’da harp kokusunu alır almaz, hemen bir nevi ithalat dampingine buğday, arpa, darı, kömür, demir vs. neye muhtaç iseler, tedarik etmişler ve on yillik istihlàkı karşılayabilecek stoklar yapmışlardır.

Fakat, bütün bu istihlak maddelerini, iğneden ipliğe kadar vesikaya tabii tutmayı da unutmamışlardı. Şöyle ki:

Sıkı bir "Harp Ekonomisi Teşkilatı", bütün yiyecek maddelerini kontrol altına almış; haftada adam başına 200 gram ete ancak müsaade ediyordu.Aynı teşkilat, yünlüden, pamukludan, deriden giyecek esyasına da vesikaya bağlamıştı.
Köylünün sığırı, danası, domuzu yine bu teşkilat tarafından bir nevi nasyonalizasyona tabii tutulmuş ve evlerdeki kümeslerin tavuklarının, bunların yumurtalarının serbest alım ve şatısları yasak edilmişti.
Isviçre köylüsü, kendi toprak mahsullerinin hesabını da Harp Ekonomisi ofislerine bildirmeye mecburdu. Gerçi karaborsa büsbütün kapanmış degildi, ama, bundan faydalanmak hem alıcı, hemde satıcı icin son derece tehlikeliydi.

Cenevre’nin meşhur bir terzisini tanırdım ki, harpten önce, Ingiltere’den getirttiği bazı kumaşlardan bazı müşterilerine kuponsuz elbise yaptığı icin yüz bin Frangı geçen bir para cezasına çarptırılmış. Ondan sonra da belini doğrultamayarak kırk yıllık terzihanesini kapatmak zorunda kalmıstı. (Karaosmanoğlu’nun „Zoraki Diplomat“ kitabından)

Ben, o zamanlar, hükümetimize bu Harp Ekonomisi teşkilatından bahsetmis ve bu teşkilatın başında bulunan zattan (aramızda ki dostluktan faydalanarak) edindiğim malumatı bildirdim ise de, daima ile karşılaşmışımdır. "

(Blogcunun notu: [„istihfaf“ „kücümseme“ demek!] İsviçre'yi yönetenleri, gerçekci bir ileri görüşle gereken önlemleri zamanında almaları, savaş esnasında tüm ülke çapında sıkıyönetim ilan edip, bunu acımasız ve ayrım yapmadan uygulamaları, ülkenin bu badireyi en az zararla atlatmasını sağlamış.

Bu arada, iyi eğitilmiş kitlelerin, getirilen yeni kısıtlama ve uygulamalara uyumu da göz ardı edilemez.

Bunların yanında, yazarın, sayfa 160’da Hollanda bombardımanını ve Lahey’de ki, Alman paraşütcüleri ile Hollanda ordusunun çarpışmalarını anlatması, 2. Dünya Savaşının ilk sivil şehir bombardımanı olan „Rotterdam“ saldırısı sonrasında, şehri ziyaret ettiğini belirtmesi ve 161’de Gauleiter [Gau: Cermenler zamanında, kendi içinde bir yerleşim bölgesi demektir. Naziler, Ari geçmişlerini vurgulamak amacıyla, önce Almanya’yı, sonra da isgal ettikleri her ülkeyi, bu tip bölgelere ayırmışlardır. {Almanca, „leiter“ kelimesi de „yönetici“ demektir.}] deyimini kullanması, kendisinin, 2. Dünya Savaşını bizzat yakından yaşadığının ve gelişmeleri ne kadar dikkatli bir biçimde takip ettiğinin kanıtlarıdır. )

Görüşmek dileğiyle!

10 Temmuz 2014 Perşembe

2. Dünya Savaşı başlarında Almanların Ingilizlere bakışı...

Dün, " google.com" adresine, dolayısıyla da, bloğa ulaşamadığım için, Pazartesi günü, babamın kütüphanesinden elime geçen bir kitaptan ilginç bir anıyı, size ancak bugün iletebiliyorum.

Hitler ve Ikinci Dünya Savaşı ile ilgili bir takım kitaplar okuyunca, doğal olarak, bu süreçte ülkemizin durumu ve ülkemizi yurt dışında temsil eden insanlarımızın anıları ilgimi çekti.

Elime, ünlü şair, yazar ve diplomat (bu tarafını yeni öğrendim; onun değimiyle, "zorunlu diplomat" [ bu isimde bir kitabı dahi var.])

Yakup Kadir Karaosmanoğlu'nun 'Politikada 45 yıl' isimli kitabı geçti.


Bilgi yayınevinden, Kasım 1968 basımlı ve 280 sayfalık kitap, o zamanki para birimimizle 10 TL!

Sayin Karaosmanoglu, 1939 yılında, Hollanda'nın Lahey şehrinde ki elciliğimizde çalışırken, Berlin'i ziyaret ediyor. Geri kalanı sayfa 162 'den itibaren kendi kaleminden:

"Berlin’de bulunduğum günlerde, Hitler gençliği, „Bombalayalım, bombalayalım İngiltere’yi“ marşlarıyla sokaklarda dolaşmaktaydı.

Bir gün, Almanya’nın eski Prag elçisi, dostum Eisenlohr’a şunları söyledim:

„Belki, günün birinde Ingiltere adasını da işgal edebilirsiniz. Bununla ne olacaktır?

İngiliz hükümeti başta Kralı ve bütün hukuki, mali müesseselerini alarak size bilmem kac kilometre kare topraklarını bırakıp Kanada’ya gececek ve harp kıtalararası kanlı çarpışmalar halinde yıllarca sürüp gidecektir.

Böyle bir harbe ise Kuzey Amerika’nın katılmaması imkan dışındadır.“

Eisenlohr gözü bağlı Nazilerden olmamakla beraber, hükümetin gidişine ayak uydurmuş bir diplomattı. Bana verdigi cevabı su sekilde özetleyebilirim:
“Korkmayın, iş bu kerteye varmaz. Ağır bombalarımız Londra üstüne düşmeye baslar başlamaz, Ingiliz „COUSIN“LERIMIZ'in akılları başlarına gelecek; hele onların dirijan sınıfını temsil eden ihtiyar Lordlar, City’nin bankerleri, bezirganları gürültünün patirtinin daha ziyade uzamasına asla müsaade etmeyeceklerdir.

Hem, Ingiliz milleti son derece realisttir, zararın neresinden dönerse kar sayar.

Kaldi ki, BİZ BU MİLLETE KARŞI BİR HUSUMET BESLEMEDİĞİMİZİ VE BÜYÜK BRİTANYA İMPARATORLUĞUNDA GÖZÜMÜZ OLMADIĞINI KAÇ KERE BİLDİRMİŞİZ.

Hatta, bu imparatorluk yıkılsa bile, Dünya nizami ve kuvvetler muvazenesi icin onu yeniden kurmak lazım geldiği kanaatini de belirtmekten geri kalmamışızdır.“

Alman diplomatının, Hitler’in „Mein Kampf“’ından ve güncel Alman dış politikasından ilham alarak söylediğine şüphe etmediğim bu sözlerinden şu manayı çıkarmak bir hipotez sayılmazdı:

Hitler bütün hesaplarını, Fransa çöktükten sonra, Ingiltere’nin hemen sulha yatacağı kanaatine bağlamıştı ve Alman milletine de bu kanaati aşılamış bulunuyordu.

Ayrıca, Alman diplomat, laf arasında, „hava hücumlarını kasdederek“, ''Hoş, işin o dereceye varacağını ummam ya..'' demiştir.

Ne kadar ilginç!

Sayın Karaosmanoğlu'nun, o zamanki Alman dış politikasını temsil eden sisteme sadık bir diplomat ile yaptığı kısa bir konuşma bile, bize Hitler'in İngiltere yaklaşımı hakkında ne kadar ayrıntılı bir bilgi aktarıyor.

-Almanların kendi Hava kuvvetlerine olan güveni!

-İngilizleri ne kadar küçümsedikleri! (Ingiliz yönetici sınıfın kendi rahatını her şeyin önünde tutacağı düşüncesi ve hatta, bombardımana bile gerek kalmayacağı vurgusu!)

-ve bence en ilginci, Ingilizleri, bir nevi "KUZEN"'leri olarak görmeleri!

(Her ne kadar, Ingilizler, zaman içerisinde, Britanya adasında ki yerleşik Kelt kökenli Breton'ların, Kuzey Almanya'dan gelen Germen kökenli Saksonlar ve Angluslar'ın karışmasından oluşmuşsa da)

Yüzyıllardan beri, her iki ulusun birbiri ile savaşmış olduğu gerçeğini bu kadar kolay göz ardı etmeleri çok ilginç! (Daha, o güne kadar Dünya'nın gördügü en büyük savaşta, her iki taraf gırtlak gırtlağa geleli, yeni 20 yıl olmuş!)

Bu günlük, Hitler'e kısa bir ara verip, savaşa genel bir bakış attım; tabii, bu arada, yukarıda bahsedilen, yaklaşımın, Hitler tarafından tüm Alman toplumuna dikte edildiğini de unutmadan!

Görüşürüz!

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Günün belgeseli: Alman "ZDF-İnfo" kanalında yayınlanan "Hitler'in yardımcıları" isimli belgesel dizisinin birinci bölümü "Rudolf Hess: Hitler'in vekili"!

Alman "ZDF-İnfo" kanalında yayınlanan "Hitler'in yardımcıları" başlıklı 12 bölümlük ve ilk defa 1996 yılında yayınlanan belgeselin birinci bölümünü ekliyorum.

Hazırlayıcısı, Guido Knopp isimli 1980'lerden itibaren devlet kanalı olan ZDF için çalışan bir tarihçi-gazetecidir. Öncesinde "Frankfurter Allgemeine Zeitung" ve "Welt am Sonntag" gazetelerinde (ortanın sağı olarak nitelendirebileceğimiz) çalışmıştır. Devletten aldığı destekle özellikle Nasyonal Sosyalizm tarihi üzerinde uzmanlaşmış çok üretici bir yazardır.


Kitapları ve bunlardan üretilen belgeselleri çok geniş kaynaklara dayanır ve anlatımı/sunumu akıcı ve kolay anlaşılır bir tarza sahiptir. Diğer bir deyişle, Almanya'da popüler tarih yaratıcıları arasında en ön sıralarda yer alır. Belgesellerinde ki sorun, her ne kadar bir kaç bölümden oluşsa da, neredeyse 30 yıla yakın bir dönemi anlatırken doğal olarak oluşan bilgi patlaması ve dönemsel atlamalardır. Bir nevi bilgilerin kısıtlı zaman dilimine sıkıştırılması sonucu oluşan bir bombardıman ve bunun sonucu seyirci de kopmalar yaşanır. Bundan dolayı, kitaplarını okumak daha verimlidir.

12 bölümlük bir belgeselden geniş alıntılar yapmak tabii ki mümkün olmadığından buraya "youtube"'da bulduğum İngilizce versiyonun linkini ekliyorum.


Hitler'in yardımcıları / Guido Knopp / İngilizce / Bölüm 1

Belgeselin bu ilk bölümünde "Rudolf Hess: Hitler'in vekili" başlığıyla, Hermann Göring'den sonra Nazi Almanya'sının üçüncü adamı olarak bilinen Rudolf Hess'in Hitler'in hayatında ki rolü ele alınıyor. Polonya Seferi başladığında, bizzat Hitler tarafından kendisinden sonra gelen üçüncü adam olarak nitelendirilen Hess, zamanla Bormann'ın gölgesi altında kalmıştır. Özellikle, 940 Batı Seferini yanlış bir harekât olarak nitelendirmiş. BEF kuvvetlerinin Dünkerk'den tahliyesine Hitler'in göz yumduğunu düşünmüştür. Hitler'in kuryesi olan Rochus Misch'e göre, "Hitler'in, "İngilizlerin barış teklifimi reddetmeleri karşısında yapabileceğim, daha fazla bir şey yok. Ne yani uçağa binip, gidip barış için önlerinde diz çökmemem." sözünden etkilenmiştir.


Knopp belgesellerini takip edenler, Knopp'un konuya ağırlıklı olarak sosyal, ekonomik ve politik açılardan yaklaştığını göreceklerdir. "Devlet kanalı" olan ZDF için çalıştığı gerçeğini hiç bir zaman unutmayalım. "Resmi kaynaklara" dayalı bir popüler tarihçilik yapmak zorunda kalmış, "Holocaust", savaş öncesi uluslararası politika, 2 savaş arası dönemde ki ideolojik çatışmanın Avrupa siyasetine ve Alman iç politikasına etkileri, 1. Dünya Savaşı'nın mirası gibi konulara belirli bakış açılarından yaklaşmıştır. Yine de çok verimli ve seyretmesi/okuması her zaman öğretici bir tarihçi/gazetecidir. 

Dilimize 2 kitabı tercüme edilmiştir. Daha önce tanıtmıştım. Her iki kitabın tercümesi güzeldir. Fiyatları uygundur. Baskı kalitesi ülkemiz koşullarındadır.


Diğer bölümlere bu linkden ulaşabilirsiniz:
https://savasvetarih.blogspot.de/search/label/Guido%20Knopp

4 Temmuz 2014 Cuma

"Atlas Tarih" dergisinin, 27. sayısı (Haziran/Temmuz 2014)!

Haziran ayında tanıtımını yaptığımız bir tarih dergisi, 2 ayda bir çıktığından, geçen ay gözden kaçırmış olan okuyucular için bu ay bir tekrar yapıyorum:

O da “Atlas Tarih”. İki ayda bir yayınlanan bu süreli yayının 27. sayısı (Haziran-Temmuz 2014) çıktı.

Bu ayki sayfa sayısı 146 olan derginin, satış fiyatı 14.- TL.

Gazete bayiine.. (En azından eskiden öyleydi!)

Ilginizi çekebilecek diğer yazılar:

tarihdergileri

1 Temmuz 2014 Salı

“Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 2. sayısı (Temmuz 2014)!

Her ayın, olmazsa olmaz, süreli yayını, “Bugünü anlamak için, #tarih“ dergisinin, 2. sayısı (Temmuz 2014) çıktı.
Bu ayki sayfa sayısı 116 olan derginin, satış fiyatı 10.- TL.

Her ay olduğu gibi, yine “dolu dolu“ bir dergi okunmayı bekliyor.
Ilginizi çekebilecek diğer yazılar: