Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Askeri tarih yazımı nasıl bir gelişim göstermiştir?

Bu soruya cevap verebilmek için, askerliğin çıkış nedeni ve bir noktadan sonra varoluş nedeni olan, savaş olgusunun gelişmesine kısaca bir göz atmamız gerekir.

İnsanlık tarihinde, yüzyıllar boyunca, savaş, uluslararası ilişkilerde, diplomatik yollardan çözülemeyen sorunları, bir noktadan sonra, sonuca bağlamak için kullanılan meşru bir adım olarak kabul edilmiştir.
7 Yıl Savaşları (1756-1763) ile şekil değiştirmeye başlayan savaş olgusu, zaman, coğrafya, katılan kişi ve kuruluşlar ile yarattığı yıkım açısından giderek uzamaya ve büyümeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, zaman ve mekân açısından sınırları durmadan genişleyen, savaş olgusu, “Fransız Devrim Savaşları” ile “topyekûn savaş” biçimini almıştır.

 “Askeri tarih” yazımını daha iyi anlayabilmemiz açısından, bilhassa 19 yüzyılın başından itibaren geçirdiği gelişime bir göz atmak gerekir. Geniş bir açıdan bakarsak, insanlık tarihinde (bildiğimiz kısmında!), askeri tarih yazımına damgasını vurmuş isimleri saymak istersek, karşımıza, Sun Tzu, Tukididis, Flavius Vegetius, Bizans imparatoru Mavrikios, Kutadgu Bilig, Machiavelli, Büyük Frederick, Vauban, Mareşal de Saxe,  Jaques de Guibert gibi bu konuya ilgi duyan herkesin tanıdığı ünlü stratejistler çıkar.

Bu ismini saydığımız kişiler, sadece yaşadıkları çağa damga vurmakla kalmamışlar, günümüze kadar geçerli muharebe taktikleri ve savaş stratejileri hakkında vazgeçilmez başvuru kaynakları yazmışlardır. Ancak, “askeri tarih yazımı”’nın süreklilik ve kurumsal nitelik taşıyan bir bilim dalı haline gelmesi, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmiştir.

Sadece 19. yüzyılı değil, 2. Dünya Savaşı’na kadar uzanan bir zaman dilimini etkileyen ve “askeri tarih yazımı”’nı bir bilim dalı haline getiren adımlar, Prusya’da atılmıştır. Konu ile ilgilenen herkesin bildiği isim, Clausewitz ve okuduğu kitap, “Savaş Üzerine”’dir. Ancak, burada, konu yazılan bir kitap olmaktan çıkıp, askeri tarih araştırmalarının süreklilik kazanması noktasına gelmiştir. Her ne kadar kendileri Clausewitz’in gölgesinde kalsalar da, Scharnhorst ve Gneisenau, Clausewitz ile birlikte Prusya ordusunun reformizasyonu için en temel adımları atmışlar ve “askeri bilimsel eğitim”’i ön plana çıkartmışlardır. Bu yeni eğitim modelinin en önemli parçalarından birisi, “askeri tarih yazımı” olacaktı. İşte, tam bu noktada, “askeri tarih yazımı” ve bir bilim olarak “askerlik” kesişir.

Bu kadar kısa bir yazıda, Clausewitz’den kapsamlı olarak bahsetmenin imkanı yok ama ona da değinmeden, “askeri tarih yazımı” hakkında herhangi bir şeyler söylemek nerede ise imkansızdır.

Bugüne kadar üzerinde en çok tartışılan ve tartışılmaya devam edilen, strateji ustası Clausewitz, genel olarak, “Savaş nedir?” ve “Savaş nasıl analiz edilir?” sorularına cevap aramıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz, yeni asker eğitimin, doğal olarak, en önemli iki sorusunu sormuş ve cevap aramış olan Clausewitz, bu eseri ile “askeri tarih yazımı”’nın her şeyden önce, subay ve ağırlıklı olarak kurmay subaylar tarafından şekillendirilmesine giden yolu açmıştır. Diğer bir deyişle, Clausewitz’le başlayan bu süreçte, Prusya askeri eğitimi ve genelkurmayı, askeri bir bilim dalı olan “savaşı”, en iyi “onu yöneten elitlerin” (yüksek düzey komuta kademesi) anlayabileceğini ve anlatabileceği düşüncesini yaymıştır. Devlet içinde ki, en yaygın ve derin kurumlaşmaya ve buna bağlı olarak muhafazakâr düşünceye sahip olan ordu içerisinde, “askeri tarih” yazarları yetişmeye başlamıştır.

Bir bilim dalı haline gelen “savaş”, “topyekûn savaş”’a dönüşürken, bu gelişmeyi gören ve analiz eden askeri ve sivil stratejistler, giderek kurumlaşan ve kendi üretim kapasitesini oluşturan orduların da, buna uygun stratejiler geliştirmesi için mücadele vermişlerdir. Her ne kadar, barış zamanlarında kendilerine pek fazla kulak verilmesi de, savaş ortamlarında alınan acı dersler, gecikmeli de olsa, önerilerinin en azından bir kısmının hayata geçirilmesini sağlamıştır.

Ancak, süren savaşa paralel olarak, teknik ve bilimsel gelişme, savaş alanlarında ki askerlerin yaratıcı zekaları ile birleşince, ortaya çok daha farklı askeri sorunlar çıkmıştır. Yeni silahların tahrip edici gücü karşısında yetersiz kalan eski muharebe taktikleri terk edilmiş, yeni silahların etkili kullanımı ve buna bağlı olarak yeni taktiklerin geliştirilmesi gerekmiştir. Tüm bu değişiklikler, her gün binlerce can alan savaş ortamında, çok büyük kayıplar verilerek yapılmıştır. Barış zamanlarında kurulu sosyal-politik ve askeri düzene aykırı ve sıra dışı gibi gözüken askeri ve sivil değişiklikleri önerenlere kulak verilmemiştir. Bunu engelleyen, temel nedenler, yukarıda da değindiğimiz gibi monarşik yönetim sisteminin ve ordunun kendi kurgusu içinde ki “tutucu” unsurlarıdır. Bedeli ödeyenler ise, cephede ki rütbesiz askerler, astsubaylar ve alt düzey komuta kademesi olmuştur.

“Siyasi tarih” ve “askeri tarih”

Bugün, “askeri tarih” olarak isimlendirdiğimiz, “tarih yazımı”, aslında, 2. Dünya savaşı sonrasına kadar, genelde, ya da çoğunlukla, “muharebeler” ve “savaşlar” üzerine odaklandığından, “harp tarihi” olarak isimlendirilirdi. Silahlar, askerler, operasyonlar, taktikler, komutanlar, muharebeler, ele alınan temel konulardı. Savaş, uluslararası politikanın doğal bir devamı olarak kabul edildiğinden, “siyasi tarih” bir yerde “harp tarihi”’nin ayrılmaz bir parçasıydı.

1.Dünya Savaşı ile gerek asker gerekse sivil hiçbir yönetici sınıfın beklemediği ölçülerde yıkıma yol açan, “topyekûn savaş”, 2.Dünya Savaşı ile insanlık tarihinde, tepe noktasına ulaşmıştır. Savaşın son yılında, A.B.D. tarafından kullanılan “atom bombası” ile “insanlığın sonu” tehlikesi ortaya çıktı. Bu noktadan sonra, artık “savaş”, “uluslararası çözülemeyen sorunları bir sonuca bağlama” yolunda atılan “meşru bir adım” olma niteliğini kaybetti. 2. Dünya Savaşı sonrasında, askeri tarih yazımından giderek artan sayıda sivil yazar ve araştırmacıların eserleri yer almaya başladı. Ele alınan konular, ordular, askerler, silahlar ve komutanlardan uzaklaşarak, psikolojik ve sosyolojik bir bakış açısıyla sıradan askere ve cephe gerisine odaklandı. Seferberlik, zorunlu askerlik, sivillerin askeri eğitim ve disipline bakış açısı, kadınların savaş ekonomisine katkısı, orduda ırkçılık gibi o güne kadar, hiç ele alınmayan konular işlendi. Ekonomistler, savaş öncesi ve esnasında, cephe gerisinde ki üretimi ve işçileri ele alan çalışmalar yaptılar. Kısacası, bir nevi “sivilleşme” başladı
.
“Yeni askeri tarih” olarak isimlendirilen bu oluşum, neredeyse, muharebe alanlarından, cephe gerisine kayarak, ordular kadar, “topyekûn savaş”’ın diğer bacağını oluşturan, toplumları da ön plana çıkardı. Savaş tarihinin, aynı zamanda, silah üreten sanayiyi, lojistiğin her birimini sağlayan ekonomiyi ve bunların hepsini maliyetini yüklenen finans sistemini dikkate alması gerektiğini vurguladı.

Bu bir çeşit “sosyal bir organizasyon olarak ordu ve askerliğin tarihi“ yaklaşımıydı.  Neredeyse 1990’lara kadar süren bu tarz, zamanla kendi karşıtını yarattı. Eleştirel yaklaşımlar, askerliğin ve ordunun var oluş nedeninin, yani, “savaş”’ın ihmal edildiğini dile getirmeye başladılar. Dünya Savaşları dönemi sona erse de, bölgesel savaşların neredeyse sonunun gelmemesi, savaşın, insanlığın bir parçası olduğu gerçeğini ön plana çıkardı. Vietnam ve Afganistan savaşlarının beklenmedik sonuçları, zaferin sadece yüksek ateş gücü, sürekli lojistik destek, sayı ve malzeme üstünlüğüne dayanmadığını gösterdi. Bu bağlamda, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bile farklı bir gözle sorgulanmaya başlandı. “Savaş ve toplum” yaklaşımını temel alan, yeni askeri tarih, “askeri tarih yazımı”’nın ele aldığı konuların sadece, silahlar, taktikler, komutanlar, muharebeler olmaması gerektiği açık bir şekilde ortaya koymuştu.

Ancak, stratejik düşünce, orduların farklı organizasyonel yapıları, bu yapıların gelişen silahlar nedeniyle uğradığı değişim ve bunun muharebe alanlarında ki taktiklere yansıması, asimetrik savaş, farklı coğrafyalarda ki orduların farklı gelişim nedenleri gibi bir çok askeri konu, yeni perspektiflerle ele alınabilirdi. Karşılaştırmalı tarih yöntemini kullanarak ve “savaş”’ın sosyal bir olgu olduğu gerçeğini araştırmaların merkezine oturtarak, yeni bir askeri tarih yaklaşımı ön plana çıkmaya başladı.

Orduların organizasyonel yapısını incelerken, sadece komuta ve kontrol sistemi ile birliklerin ve silahların niteliğini ve sayısını incelemek artık yeterli görülmemekteydi. Aynı zamanda, askerlerin geldiği sosyo-ekonomik yapıları, eğitim ve kişisel politik görüşleri göz önüne alınmalıydı.

Askeri eğitim ve disiplin, bir ordunun muharebe alanında ki başarısı açısından çok önemlidir. Ancak, rütbesiz askerlerin askeri disiplin ve eğitime verdikleri reaksiyon, orduların ve sivil politik yöneticilerin seferberlik ve zorunlu askerlik sürelerini gözden geçirmelerine neden olur. Bu yoldan orduya katılmak zorunda olan gönülsüz erlerin cephede gösterdikleri performans çatışmalarda uygulanan taktikleri bile yönlendirir. Subay ve astsubay kademesinin, zorunlu askerlik yoluyla orduya katılan acemilerle olan ilişkileri, her iki tarafın bir bütün olarak, cephede gösterecekleri performans açısından önemlidir.

Yukarıda bahsedilen örnekler ışığında, günümüz askeri tarih yazımının ne kadar farklılaştığını ve çok sayıda öğenin birbirini dolaylı yollardan nasıl etkilediğini saptayabiliyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder