Öne Çıkan Yayın

Günün sözü: "Fransa'ya, "Liberté, égalité, fraternité", "süvari, piyade, ve topçuluk"'dan daha az rehberlik etmiştir."

"Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dilimize "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" olarak çevrilebilir. Bu üçlemenin ne a...

7 Eylül 2014 Pazar

2. Dünya Savaşı öncesinde Sovyet cephesi...

Bugün, savaş öncesi, Türkiye - Sovyetler Birliği ilişkilerine bir göz atmak istiyorum.

Bu konu ile ilgili olarak elime,

"Çankaya Özel Kalemini anımsarken (1933 – 1951)" başlıklı, Haldun Derin tarafından kaleme alınmış ve Tarih Vakfı Yurt Yayınlarınca basılmış, 343 sayfalık, 1995 tarihli bir kitap geçti.
Aşağıda sözü edilen gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan itibaren geliştirdikleri ilişkilere kısa bir göz atmak daha yararlı olur.

16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Dostluk İşbirliği antlaşması ile,

-Kars ve Ardahan Türkiye'ye

-Batum, Sovyetler Birliğine bırakılmıştır.

-Karşılıklı olarak ekonomi başta olmak üzere, her alanda yardımlaşma yapılacaktır.

Sovyetler Birliği, Sevr antlaşmasını tanımadığını ve Türk milletinin temsilcisi olarak TBMM'ni kabul ettiğini Dünya'ya duyurmuş ve hem kendisine, hem de Misak-ı Milliye geçerlilik kazandırmıştır.

Lozan Barış Antlaşmasında sınırlara dahil edilemeyen bölgeler (Musul ve Hatay gibi), 12 Adalar, Boğazlar, vb. sorunlar Batılı devletler ile Türkiye'nin ilişkilerini bir süre daha olumsuz etkilemeye devam ederken, Boğazlar konusunda kim farklılıklar taşısa da, Türkiye'ye en yakın görüşü Sovyetler Birliği savundu.

1919'dan başlayarak yirmi yıl boyunca SSCB'yle ilişkiler belli bir düzeyin üstünde tutuldu.

1928'de Cenevre'de toplanan Silahsızlanma Konferansı'na SSCB'nin önerisiyle Türkiye'de çağrıldı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye''nin ilk kez katıldığı uluslararası konferansta Türkiye temsilcisi topyekün silahsızlanma konusunda Sovyet tezini destekledi.

1935'de Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması on yıl üreyle uzatıdı.

Türkiye Balkan Antantı'na SSCB'yle savaşa sürüklenmeyeceğine ilişkin çekince koydurttu.

Tüm bu bilgilerin ışığında, her iki ülkenin gayet dostane ilişkiler içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Peki, ne oldu da, bilhassa 2. Dünya Savaşından sonra, birbirine düşman iki ayrı pakta üye olduk.

Bu gelişmelerin, bir kısmını, yukarıda bahsettiğim kitaptann alıntılar yaparak aktarıyorum:

Sayfa 106

Montrö Antlaşması ve ilk Türk – Sovyet atışması

Lozan Antlaşması’yla askerden arınmış duruma sokulan Boğazlar’da, bilhassa, son zamanlarda artan İtalyan cüretkarlığı karşısında, 1936 baharında Türk egemenliğinin kurulması artık gerekiyordu.

Fakat Hitler’in tersine, Türkiye (Blogcunun notu: O devirlerde,Türkiye, Atatürk demek!) Boğazlar sorununu görüşme yoluyla çözülmesini istedi.

23 Haziran’da başlayan Boğazlar üzerindeki görüşmeler konusunda 2 Temmuz’da „Montrö Konferansı“ başlıklı yazısı ile Pravda gazetesi Moskova’nın görüşünü şöyle belirtiyordu:“Tür teklifinin, kendisiyle dostane münasebetlerde bulunan ve Türkiye’nin menfaatlerini gözeten Sovyet Rusya’nı menfaatlerini gereği kadar gözetmediği aşikârdır.
Şurası da aşikârdır ki, Türkiye’ni bu hareketinde, Sovyet Rusya’ya muhalif bazı cerayanların Türk politikası üzerinde yaptıkları tesirler görülmektedir. Türkiye’nin Montrö konferansında takındığı vaziyetin, her iki memleket arasında uzun müddetten beri mevcut olan münasebetlerden beklenecek kadar Rusya’ya karşı dostane olmadığını teesüfle kaydetmek mecburiyetinde bulunuyoruz.“

Yıllardan beri belki ilk kez, Türkiye’nin tutumu, Sovyetler’in resmi organı ağzıyla „teessüf“’le karşılanıyordu.

Yunus Nadi’nin 10 Temmuz 1936 günlü Cumhuriyet’te çıkan başyazısı, Boğazlar konusunu ele alıyor; yazının bütünü dokunaklı bir meydan okumayı ortaya koyarken, özellikle şu parçası göze çarpıyordu:“Boğazlar meselesinde dostlarımıza açık sözümüz şudur: Türk milletinin, Türk vatanının tam emniyeti tedbirleri- ki bunlar hiçbir dost devleri ve hatta hiçbir
Devleti mutazarrır etmez- hakkıyla tahakkuk ettirilmedikçe, yapılacak herhangi bir rejimin Türk milletince kabule layık görülmeyeceğini şimdiden inanmalıdır.“

Üstünden yarım yüzyıl geçtikten sonra, 11 Mayıs 1986 günü Milliyet gazetesinde okunacağına göre, bu metin düpedüz Atatürk’ündür. Başından sonuna her sözcüğü kendisi Yunus Nadi bey’e yazdırıp, yayınlanmasını onun aracılığı ile sağlamıştır.

[Atatürk’ün can alıcı sorunlarda ülke çıkarına görüşlerini tanınmış kalemlerin imzası altında kamuya sunmakla, göstermeyi yeğlediği taktik inceliği ve gerektiğinde perde arkasında kalmadaki alçak gönüllülüğü, benzersiz kişiliğine özgü niteliklerdendi demek belki aykırı düşmeyecektir.

Hatay davasında da, Vakit gazetesinden (sonraki adıyla Kurun) başyazar Asım Us aracılığıyla aynı yolu izleyecekti.] "

(Blogcunun notu: Sovyetler Birliği'nin, eski Çarlık Rusya'nın uzantısı olan bazı emellerden hâlâ vazgeçemediği böylelikle ortaya çıknış. "Güneydeki sıcak denizlere inme" ve bunun en kestirme yolu olan, "Boğazlar'a hakim olma" sendromu, yeni bir ideolojiye sahip olan Sovyet Rusya'da bile kendisini göstermiş.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder